10 Eylül 2016
Pera Müzesi Blog’un Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği (FABISAD) işbirliğiyle sunduğu “Gece Yarısı Hikâyeleri”, bu kez de “Tekno-Distopya” serisiyle devam ediyor! FABİSAD üyesi yazarların Pera Müzesi’nin Katherine Behar: Veri Girişi sergisindeki eserlerden ilhamla yazdıkları hikâyeler sergi boyunca yayınlanacak!
Serinin ilk hikâyesi “Cogito” Tevfik Uyar‘a ait! Pera Müzesi Blog’da “Tekno-Distopya” serisi kapsamında Doğu Yücel, Funda Özlem Şeran ve Aşkın Güngör’ün hikâyeleri de yayınlanacak. Takipte kalın!
3D-&& 2014, 3 boyutlu yazıcı, özel yazılım ve donanım, PLA filament’i, Magic-Sculpt, strafor, Luan, Paverpol, taş dolgusu, boya,motorlar, USB kablolu fareler, değişik boyutlarda
Duruşma salonunun büyük bir mekan olacağını hayal etmişti. Hiç de öyle değildi. Kendi evinin salonu kadar bir yerin bir tarafını biraz yükseltip, üzerine yüksek bir kürsü yerleştirmişlerdi. Hâkimler, savcılar orada oturuyorlardı. Alt tarafta da eskimiş ve yer yer aşınmış ahşap bir parmaklık bulunuyordu. İşte orası da kendi yeriydi. Yanında da avukatı otursun diye başka bir sıra. Arkada da olmayan kalabalığa ayrılmış, yirmi otuz kadar sandalye, sıkış tepiş yerleştirilmişti.
Sanık olarak girdiği duruşma salonundan idam hükümlüsü olarak çıkması on beş dakika ya sürdü, ya sürmedi. Hatırladığı birkaç detay vardı: Ahşap parmaklığın önünde öylece dururken mübaşir kollarını bağlamasını işaret etmişti. O da bir suçlu gibi durdu böylece. Bir de hükmün okunduğunu hatırlıyordu. Avukatına dönüp bakmıştı o sırada. İnce kaşlarını kaldırıp başını bir yana eğmişti avukat. O kadar. Tekrar cezaevine taşınırken, olan bitenin bir rüya olup olmadığından emin olmaya çalışıyordu. Bir bedeni imha etmek, bu kadar kolay bir iş miydi? Öyleymiş demek ki. İki hecelik bir şey.
Hemen yakındaki cezaevine varır varmaz avukatının görüşme odasında beklediğini söylediler. Baronun atadığı avukat bacak bacak üstüne atmış, ellerini kucağında kavuşturmuş, önünde boş bir not defteri, kendisini bekliyordu. Gardiyanlar sanki bakınca görmeyecekmiş gibi karşısındaki sandalyeyi gösterdiler.
Doğrulan avukat “Elimden geleni yaptım inan…” dedi ilkin… O kısa sürede ne yapmıştı ki? Bir şey yapmıştı da adam mı görememişti?
“… ama artık idam kararlarını daha kolay veriyorlar” diye ekledi. “Ne de olsa gerçek bir ölüm değil…”
“Gerçek bir ölüm değil mi?” diye geçirdi içinden adam. Dışından alaycı alaycı güldü farkında olmadan. “Demek gerçek bir ölüm değil… Yaşamak nedir? Sadece varlığın farkında olmak mı?”
Gözlüklerini çıkarıp saçını açsa, biraz da makyaj yapsa pek güzel ve alımlı görünecek olan avukat kadın, bu defa bacaklarını çözüp gizli bir şey söyleyecek gibi masaya iyice eğildi.
“Descartes ne demiş? ‘Düşünüyorum öyleyse varım’. Varlığın sürdükçe gerçek bir ölüm olmaz. Düşünmeye devam edeceksin. Hatta konuşmaya… Yakınlarınla bile iletişim kurabileceksin hâlâ. Dünya’yı takip edebilecek, haberleri izleyebilecek… Ne bileyim işte… Yaşayan birinin yaptığı pek çok şeyi yapabileceksin. Daha ne istiyorsun? Hapis cezası alıp da parmaklıklar ardına mı tıkılsaydın?”
Adam düşündü; Demek ki avukat kadın, iletişim kurmayı sadece konuşmak sanıyordu. Sevdiğine sarılmak, elini tutmak, biriyle gurur duyduğunda onun sırtını sıvazlamak, teşekkür ederken minnet duygusuyla el sıkmak… Ya bunları iletişimden saymıyordu, ya da teselli etmeye çalışıyordu.
“Bu kadar arzu edilir bir şey madem yer değiştirebiliriz” dedi adam geriye yaslanırken. Müstehzi bir ifade vardı hâlâ yüzünde… Avukatın masasında duran sigara paketine uzanıp bir dal aldı. Yine avukatın incecik çakmağıyla yaktı sigarasını. Kocaman parmakları zorlanmasına neden oldu. “Mesela sigara içemeyeceğim” dedi dumanı üflerken. “Yemek yiyemeyeceğim… Bir butu kemiğinden kavrayıp, kızarmış derisin lezzetini ala ala kemiremeyeceğim. Terleye terleye sevişemeyeceğim…” diye ilave etti.
“E o kadar olacak canım… Cinayet hükümlüsüsün sen. Bir başkasının canını aldın. O canını aldığın adam da yapamayacak bunları. Sen de onu bir buluta mahkûm ettin. Kısasa kısas…”
Evet öldürmüştü… İdam cezası vermek nasıl kolaylaşmışsa, öldürmek de kolaylaşmıştı çünkü. Yakalanmak, kaçmak da imkânsızlaşmıştı. Maktul, görgü tanığıydı aynı zamanda.
Peki kendini “ne de olsa gerçek bir ölüm değil” diye savunsaydı? İşe yarar mıydı? Maktulün bedeni ölmüştü sadece. Tüm bilinci bir veri bankasındaydı. Belki şu an eşiyle sohbetteydi. Anca vicdanını susturabilirdi böyle.
“Hâtta ailesi hemen itiraz edecektir bu karara. Öldürdüğün adamla aynı şartlardasın… Kıymetini bil diyorum bak sana. Hem… Mesele sadece kısas da değil. Sonuçta cinayet suçu işleyenleri topluma yeniden zarar vermekten alıkoymanın bir yolu bu. Modern hukuk böyle işliyor. İşine gelirse…”
“Sen kimden yanasın avukat?” dedi adam. Gözlerini kısıp bakarken, derin bir nefes daha aldı sigaradan.
“Kimseden değil… Neyse onu söylüyorum.”
“Peki şu çalışma cezası nedir? Ölü adam çalıştırılır mı yahu?”
“Eh… İşte maktulden farkın da burada zaten. Günde dört saat, bir elektronik işlemcinin yerini alacaksın.”
“Nasıl yani?”
“Basbayağı… Zihin emeği harcayacaksın yani. Misal buranın kapılarını kontrol eden devre…”
“Eee?”
“İşte birileri kapıyı açma düğmesine bastığında. Bu işi bilgisayar yapmayacak. Sen yapacaksın. O kapının açma komutu, senin zihninden gidecek.”
“Saçmalık bu… Ne gerek var?”
“Bence de lüzumsuz… Ve saçma evet! Ama zaten insanları adam başı iki metrekare düşen parmaklıklı bir odaya tıkmak da saçmaydı. Mantıklı bir ceza olmaz. Ceza, cezalandırmak için değil, zarar göreni ya da yakınlarını rahatlatmak içindir.” dedi avukat. Gözlüğünü çıkardı, güzelleşti. Tekrar arkasına yaslanıp bacak bacak üstüne attı. Cübbesinin içinde, daha bir çekici göründü adama.“Kadın olmayacak” diye geçirdi adam içinden.
“Sevişmek olmayacak… Daha kötü ölüm mü var?”
“Efendim?”
“Yok bir şey.”
“Ne diyordum? Ayrıca Adalet Bakanlığı’nın işgüzarlığı bu. İdam edilenlerin topluma hizmet etmesini sağlıyorlarmış, onları işe yarar kılıyorlarmış, bulutta yararsız bir zihin veri kümesi olmalarının önüne geçiyorlarmış da…”
Sigarasından bir tane aldı. Adam hızlı davranıp iri parmaklarıyla ince çakmağı çakıp, kadının sigarasını yaktı.
“Teşekkürler çok naziksin… Neyse işte. Aslında amaç seni günde dört saat özgürlüğünden koparmak.” dedi. Dudaklarını büzüp, ince bir kanal halinde üflüyordu dumanı. Oda iyice dumanaltı olduğundan az sonra havalandırma sistemi devreye girdi. Adam havalandırmayı devreye sokanın bir başka idam mahkûmu olup olmadığını merak etti.
“Peki… Ne zaman öleceğim?”
“Teknik olarak ölmen mümkün değil. Zaten ölmüş olacaksın.”
“Sen de karar ver avukat hanım. Gerçek ölüm değil diyordun az evvel?”
“ama gerçek yaşam da değil… Gerçekten yaşamayan biri, gerçekten ölemez. Silineceğinden bahsedebiliriz ancak. Otuz yıl sonra silineceksin.”
Otuz yaşındaydı adam. Bir otuz yıl daha “var olacaktı”. Descartes cinsinden ama…
Yemek yemek yok, acıkmak da yok. Sevmek yok, sevişmek de yok. Sigara yok, bira yok, pişmek, üşümek, hasta olmak da. Bir boşlukta, sadece varlık hissi… Daha önceden duyduğu kadarıyla, insan beynini bu boşluğu olduğu gibi algılaması mümkün olmadığından, sahte bir bina inşa ediyordu kendisi… Onun içinde geçiyordu yaşam.
“Peki o pezevenk?”
“Kim… Öldürdüğün adam mı?”
“Evet. Teknik olarak aslında öldüremediğim adam…” dedi sırıtarak.
“O mu? Dilediği kadar. Silinmek zorunda değil. Başka farklar da var. Mesela o ilave donanım kullanabilir. Görsel, işitsel sensörlere bağlanabilir, gerçek dünyayı duyumsayabilir. Sen kendi sanal kalende zahiri görüntülerle yalnız geçireceksin vaktini. Dış dünyayla ancak yazıyla temas kurabilirsin. İlave donanım yasak yani… Sen neden kendini maktulle yarıştırıyorsun hem? Mağdur olan o… Alış artık bu fikre.”
“Peki… Peki…” dedi adam. Konuşacak pek kimsesi yoktu zaten. “Ulaşmak isteyen bana nasıl ulaşacak?” diye sordu. Vardı öyle bir ihtimal…
“Sana özel bulut adresinden. Adreste bir arabirim var. Buraya mesaj bırakılır.”
“Ben nasıl göreceğim?”
“Ya bak… Ben konunun uzmanı değilim. İşte sağdan soldan okuduğum kadarıyla. Zihnin o kısmı nasıl inşa eder bilmiyorum. Bir bilgisayar varmış gibi yazışan da var, mesajları duvar yazıları olarak görüp, badana fırçasıyla haberleşen de. Kağıt kalem bile duydum. Bu tamamen, maalesef senin de kontrol edemeyeceğin bir biçimde, beyninin tüm sözde dış dünyayı nasıl yorumlayacağı ve onu tutarlı hale getireceğine bağlı. Çok yeni bir şey bu… Bizler de deneyimler paylaşıldıkça öğreniyoruz.”
“Anladım tamam… Şu çalışma kampından bahsetsene bi daha…”
“Üfff” diyerek sıkıldığını belli etti, baronun atadığı avukat. Tahammülsüz davranıyordu artık. İş bitmiş, idam cezası verilmişti. Daha ne olacaktı? Şu an yaptığı bedava danışmanlıktı… Soruların yanıtlarını da tam bilmiyordu üstelik. Bilse de anlatmak için bir motivasyonu yoktu.
“Bahsedecek bir şey yok. Piyangodan ne çıkarsa… Enerji santrali olur, sulama sistemi olur, hatta üç boyutlu yazıcı filan olur… Ne bileyim işte. Yeteneğine göre ayarlarlar bir yerler. Tekrar ediyorum. Elimden geleni yaptım. 40 yıl demir parmaklıklar ardında geçirmendense… Böylesi daha iyi inan bana… O yüzden, temyiz etmeni tavsiye etmem. Üç gün süren var ama… Yine de temyiz edecek olursan, gerekeni yaparım. Görevim bu sonuçta…”
*
Görüşmeden sonra adamı tekrar geçici koğuşa götürdüler. Cezasının infazını burada bekleyecekti. Eline yığınla doküman vermişlerdi. Bir kısmını geri imzalayıp verecek, bir kısmını okumak için elinde tutacaktı.
Üç gün sonra sabah altıda gerçekleşecekti infazı. Okuduğuna göre bedenini bir makineye bağlayacaklar, zihnini üç buçuk saatlik bir süre içerisinde “tam beyin emülatörü” adlı bir cihaza aktaracaklardı. Emülatör, zihninin bir matematik modelini çıkaracak, onu bir programcık haline getirecekti. İşte o programcık, kendisi olacaktı.“Tümden ölüm” cezası yasaktı lakin bu ceza o kapsama girmiyordu. Amaçlar başlığında çekici avukatın söylediği gibi açıklanıyordu her şey: “Suçluyu potansiyel yeni suçlar işlemekten alıkoymak adına, gerçek bir ölüme tekabül etmeyen, beden varlığını sonlandırma işlemi…” ve daha bir çok başlık vardı altında: Mahkûmun yükümlülükleri, infaz ceza kurumunun sorumlulukları, mahkûma sunulacak olanaklar, yasaklar, izinler… Çalışma kampı ayrı bir kitapçıktı ama pek özenli hazırlanmamıştı. Kişisel deneyimler orada da etkili olduğundan detaylı bir tanımlama yapmak mümkün değilmiş… Anladığı kadarıyla yaşayarak görecekti. Gerekeni yapmazsa ihtar alacağını öğrendi sadece. İkinci ihtarın sonucu “silinmek” imiş…
İlk gün kitapçıkları yalayıp yutmakla geçmişti. İkinci gün arada bir bazı detayları hatırlamadığında baktı kitapçıklara. Günün büyük kısmında öldürdüğü adamın gerçekten de ölümü hak edip hak etmediğini düşündü. Sonra adamın görsel sensörler elde etmiş olabileceğini, kitapçıklarda geçen “infaza tanıklık hakkını” kullanmayı isteyebileceğini düşündü. İçi ürperdi…
Son gün ise yaşamın ne olduğunu düşündü daha çok. Avluda volta atıp durdu. Kimseyle hiçbir şey konuşmadı. Ayaklarının çok şık, serçe parmağını kulağına sokmanın güzel bir his olduğunun farkına vardı. Tatlı tatlı kıçını kaşıdı.
Beden neydi? Peki ya bilinç? Acaba bedenini hissedebilecek miydi? Tutarlı olmak adına kaleler inşa eden zihin, herhalde bir beden de yaratacaktı kendine. Bu fikir onu rahatlattı: Sanal bir alemde gezip tozacaktı işte. Hem de zihninin derinliklerinin inşa ettiği bir mekânı deneyimleyerek. Belki bu mekânı zamanla değiştirebileceğini düşündü ama sonra ihtimal vermedi buna: Bir defasında bir animasyona takılmıştı gözü. Animasyonda bir balerin kendi etrafında dönüyordu lakin izleyenlerin bir kısmına sağa, diğer kısmına sola dönüyormuş gibi görünüyordu. Birini gören artık diğerini göremiyor, o bakış açısına bir türlü geçiş yapamıyordu. O kadar kolay değişmiyordu demek ki, beynin bir kez anlam atfettiği şeyler…
Basit bir makinenin bilgi işlem merkezi gibi davranmak da sıkıcı olmalıydı. Peki onları nasıl yorumlayacaktı beyin?
Kimse kimsenin zihnini deneyimleyemediği için, her şey öznel ve eşsiz olmalıydı. Hayal gücü önemliydi o halde. Yaratıcılığıyla zihnine söz geçirebilirse, kendi cennetini yaratması işten bile değildi. Belki istediği kadını da yaratabilecekti, kocaman sarayının kral dairesinde… Türlü çeşit kostümlerle üstelik -ki çok genişti bu konudaki hayal gücü de. Yapabilir miydi gerçekten?
Neredeyse idam edilecek olmasına sevinecek hale gelmişti ama eğer bu bir cezaysa… O kadar iyi bir şey olmasa gerekti. Bu hayal ettiklerini, düşündüklerini engelleyen bir şey olmalıydı mutlaka. Gönüllü olarak bedenlerini terk ederdi herkes yoksa… Gerçi… Okuduğu dört beş haberde de görmüştü sanki böyle bir şey… “Gerçek Sanallık” deyip, 20. Yüzyıl ortasında bir kavrama referans veren. İlk başta ilgisini çekse de terimleri anlamadığı için sıkılıp bırakmıştı. Ne okumuş, ne de bir bilinçle konuşmuştu şu ana dek. Ne kadar ilgisiz davranmıştı çağın yeni alışkanlığına. Pişman oldu. Kötüydü cehalet.
“Neyse” dedi dışından, tek kişilik hücresinde birisi daha varmış gibi. Etrafına baktı. “Buradan büyük olacaktır herhalde aklımdaki kale” diye düşündü. “Her ne olacaksa yaşayarak göreceğiz” deyip uyudu.
*
Sabah bir imam, iki görevli demir parmaklıkların önüne sert adımlarla geldiler. Kapıyı gürültüyle açıp, iki yanında iki gardiyan, adım adım aktarma odasına götürdüler. Korktuğunun olmadığını, yani maktulün ve yakınlarının izlemeye gelmediklerini gördü. Çekici avukatı mecburen oradaydı yine. Etek değil, yüksek belli bir pantolon giymişti bu defa. İnce bir kemerle süslemişti belini. Buruk bir tebessümle geldi adamın yanına.
“Hazır mısın?”
“Orada sen de olacaksan evet…”
Az sonra ölecek olmanın rahatlığıyla, sonunda söyledi bunu. Avukat duymazlıktan gelip, “son isteğin bedenî bir şey olmalı” dedi fısıldayarak. “Az sonra sorarlar. Hiç düşünmediysen şimdi iyice düşün” diye tembihledi.
Ne olacaktı ki bedenî istek? Güldü adam. Sedyeye oturttuklarında aklına hâlâ bir şey gelmemişti. Son bir kez kebap mı yeseydi? Ya da sütlaç? Öyle şeyleri de getiriyorlar mıydı?
“Son isteğin var mı?” dedi beyaz önlüklü cellat. Doktor ya da mühendisti muhtemelen. Cellatların da façası değişmişti demek.
“Bi sigara lütfen” dedi adam. Kebaptan daha çok özleyeceği şey buydu muhtemelen. “Ha… Bi de sırtımı kaşıyıp, göbeğimi gıdıklar mısınız?”
Cellat doktor ve görevliler birbirine baktı. Doktor göz kapaklarıyla onay verdi görevlilere. Adama sigara tuttular, sigarasını yaktılar, bir görevli onu gıdıkladı, adam cenin pozisyonunda kıvrılıp korudu kendini. Sonra bir diğeri arkasına geçip sırtını iyice kaşıdı.
“Sağolun arkadaşlar… Elleriniz dert görmesin” dedi mest olmuş halde. Sonra imam geldi… “Her beden toprak olacaktır” ile başlayan bir nutuk çekti. Bilinçle ilgili ağdalı söz bilmiyordu herhalde. Cellatlar gibi bunları da güncellemeliydi…
“O zaman başlıyoruz” dendi. Formalite gereği karar okundu. Kâtipler bir şeyler karaladılar kağıtlara. Adama da imzalattılar ve son kez “gerçek bir kalem” tuttu.
Sürgülü sedyeye konup bağlandı. Kolundan bir iğne yaptıktan sonra vücudunun üst yarısını tam beyin emülatörünün tüneline soktular. Yandaki panelde düğmeler, anahtarlar çevrildi. Tüm varlığı birlere ve sıfırlara dönüşürken, binanın arka kapısına kof bedenini almak için bir cenaze arabası yanaştı.
Ayakları çok şekilliydi hakikaten.
Yazan: Tevfik Uyar
Bilgisayarları beni kızdıran, güldüren dostlarım gibi görüyorum. Bu yüzden Behar’ın koca bir salonda dans ederek temizlik yapan robotlarını görünce, hem ıssız bir odada yalnız kaldıklarını görüp üzüldüm, hem de neşeyle dans etmelerinden keyiflerinin yerine olduğunu hissedip sevindim.
Salı - Cumartesi 10.00 - 19.00
Cuma 10.00 - 22.00
Pazar 12.00 - 18.00
Müze Pazartesi
günü kapalıdır.
Çarşamba günleri öğrenciler müzeyi
ücretsiz ziyaret edebilir.
Tam: 200 TL
İndirimli: 100 TL
Grup: 150 TL (toplu 10 bilet ve üstü)