17 Aralık 2018
Şöyle bir proje hayal edin: Birisi çıkıp, Bergman filmlerinde, perdede yüzlere yakın plan yapılan dakikaları saysın, sonra da bu sayıyı onun tüm filmlerinin süresine oranlasın. Benim hissim o ki, ortaya hiç de azımsanamayacak büyüklükte bir oran çıkacaktır. Aritmetik hesaplamaları bir kenara koyalım, Bergman’ın filmlerini hatırlarken akla gelen imge yağmurunu zihnimizin sinemasında canlandırmaya çalışalım: Genellikle beyaz, cepheden gözüken, ifadesi muğlak, çoğunlukla bir endişeye işaret eden yüzlerin ağırlığını fark edeceksiniz. Diyebiliriz ki sinemada başka hiçbir yönetmen, yüzlerdeki esrarın peşinde onun kadar koşmamıştır. Ingmar Bergman’ı, bugün yönetmen sineması (auteur sinema) başlıca isimlerinden biri olarak hatırlıyorsak, perdeye yansıttığı yüzlere bakarken, onlardaki gizleri araştırırken ortaya çıkardığı duygular haritasının bunda payı büyük.
Bergman, insan suratlarını kamerasının odağına aldığında, uzun süre onlara bakmaktan çekinmiyor. Genişleyen zamanla birlikte yüzeye çıkan duygular perdede birikiyor ve dile vurulmaları, kelimelerle ifade edilmeleri zorlaşıyor. Harold Bloom’un Etkilenme Endişesi’ndeki meşhur sözünü hatırlayalım: “Bir şiirin anlamı ancak başka bir şiir olabilir.” Bunu Bergman’ın filme aktardığı yüzlere uyarlamak hiç de fazla cüretkâr olmaz: Bergman’ın yüzlerinin anlamı ancak başka yüzlerle ifade edilebilir.
Persona’dan bir sahne
Bergman’ın kamerası, sanki yüzlerdeki sırları ifşa etmiyor da, onlarda yeni katmanlar ekleyerek bu yüzlerin ifade gücünü kuvvetlendiriyor. Oyuncuların sessizlikleri -ki Bergman’da sessizliklerin tüm süreye oranı da epey yüksektir- yüzlerden sızan duyguları perçinliyor. Yüzler, akışkan birer tuval haline geliyor.
Bergman filmlerinde yüzlerde birikerek kendi başına bir anlatı kazanan bu esrarlı duygu bulutunun tek kaynağı usta yönetmenin mahareti değil elbette. Bu filmlerde yüz imgesinin etkisinin bir kısmı da oyuncuların boşlukta, sessizlikte, durağanlıkta yaratabildiklerine bağlıdır. Bergman’ın vazgeçemediği oyuncuları özel birer yüze sahiptir ya da filmler onlardaki bu potansiyeli açığa çıkarır. Belki de bu yüzden, bazı oyuncularıyla tekrar tekrar çalışmış, onlara sıkı sıkıya sadık kalmıştır Bergman. Liv Ullmann, Ingrid Thulin, Bibi Andersson, Harriet Andersson, Eva Dahlbeck ve Gunnel Lindblom’un isimleri kadar yüzleri de Bergman filmleri sayesinde pek çok sinemasevere aşina gelecektir.
Kadın karakterleri kurmaca dünyalarına dahil etmekte zorlanan pek çok erkek yönetmenin aksine, Bergman sinemasında, derinlikle işlenmiş, belli kalıplara/temsillere sığdıramayacağımız kadınlar görürüz. Bergman’ın başyapıtlarından Persona (1966) ile Çığlıklar ve Fısıltılar (1972) kadın karakterler arasındaki girift ilişki ağlarını anlatır (elbette pek çok başka meseleyle bir yumak halinde). İki filmde de söylenenler ile kadınların yüzleri arasında bir gerilim/çatışma vardır. Sanki diyaloglar, karşılıklı sarf edilen kelimeler, iletişimi imkânsızhale getirirken, yüzlerin tekabül ettiği ifade, dile dökülemeyeni, hakiki olanı, gerçek iletişimi karşılar. Yüzler her zaman güvenilir değildir elbette zira tek bir anlamları yoktur. Gölgeler düşer üzerlerine, odadaki ışık değiştikçe gölgeler artar. Bazen aynadan görülen suret de yüzü daha tekinsiz kılar.
Odanın Gölgeleri
Usta yönetmenin 100. yaşını kutlayan Bergman’a Övgü seçkisinde Persona gibi klasikleşmiş, Bergman denilince ilk akla gelen filmlerdense, ülkemizde perdede gösterilme şansını nadiren yakalamış yapıtlara rastlayacaksınız. Bunlardan biri olan Lanetli Kadınların Dansı, gizli bir cevher. Bergman’ın 1976’da televizyon için çektiği 24 dakikalık bu kısa film, Bergman’ın sinemasının özündeki anlardan pek çoğunu barındırıyor. Dört kadın, bir odada, İtalyan besteci Monteverdi’nin müziği eşliğinde hareket ediyor, birbirine dolanıyor, hem bizzat kendi bedenleriyle odayı dolduruyorlar, hem de tarih boyu devam eden bir akışın ileticisi konumunda sahnedeler.
Lanetli Kadınların Dansı’nda Bergman’ın alışıldık isimleri yok ama yüzler bize Liv Ullmann ve Harriet Andersson’u hatırlatıyor.
Oda tiyatrosu geleneğinden gelen, yıllarca tiyatro yönetmenliği yapan Bergman’ın pek çok filmi, loş ışığa sahip, duvarları oyuncuların üstüne üstüne gelen kapalı mekanları, dar odaları mesken tutar. Bergman’da oda bazen iki boyutludur, bir tuval gibidir ve yüzler bu tuvalin en önemli unsurudur. Oyuncular odanın alan derinliğini kullandığında bile, bu bir tablonun göz yanıltıcı derinlik hissini akla getirir. Lanetli Kadınların Dansı‘nda dört oyuncu hep bu odada hareket eder, yaşamın döngüsü bu daracık odada yeniden hayat bulur.
Bergman sinemasıyla ilişkilendirilen o meşhur kasvet hissinde, bu odalardaki kapalılığın, dünyadan izole, endişe çemberi içinde sıkışmışlığın etkisi vardır. Şiddetli bir ilişkiler yumağının ortasında, diyalogların kuramadığı bir iletişimin çukurunda kalmış karakterler görürüz. “İnanç Üçlemesi” (Aynanın İçinden, Kış Işığı ve Sessizlik’i pek çok eleştirmen bu isimle anar), Güz Sonatı ve Persona gibi pek çok önemli Bergman filmi bu kasveti taşır.
İlginçtir, Bergman’ın son filmi olan Saraband (2003), yine kapalı mekânda bir oda tiyatrosu hissiyle geçmesine karşın saydığımız filmlerdeki bu kasvetten bir şekilde uzaklaşmayı bilir. İlişkilere ve evliliğe dair hayli gerçekçi ve yer yer karanlık bir bakış atan Bir Evlilikten Manzaralar’ın devam filmi niteliğindedir Saraband. Marianne (Liv Ullmann) ve Johan (Erland Josephson) çiftinin ayrılmalarından 30 yıl sonra Johan’ın yazlığında çiftin yeniden bir araya gelmesini konu eder Bergman’ın veda filmi. İnsan ilişkilerinin çetrefil yanlarının, imkânsız çekirdeğinin en büyük anlatıcılarından olan Bergman, iki insanın bir mekanın içinde yıllar süresince birbirine uyguladığı psikolojik şiddeti de, şefkati de aynı anda aktarmasını bilir. Bu şefkat, yaşamının son yıllarına denk gelen Saraband’da daha çok ön plana çıkmış gibidir. Yönetmenin öne çıkan eserlerinin art arda geldiği 70’li yılların umutsuz, karanlık Bergman’ı, kasvetli dünya görüşünde açılan çatlaklardan umudun girmesine izin verir Saraband’da, ancak hakikatin gürültüsüne kulak kesilmekten hiçbir zaman vazgeçmez.
Saraband’dan bir sahne
Bergman’ın kamerasının perdede tekrar tekrar bakmayı sevdiği yüzlerden bir diğeri Max von Sydow’dur. Onun başrolde olduğu Sihirbaz’ın (1958) orijinal ismi Ansiktet İsveççede “yüz” anlamına gelir. Bergman’ın gerçeklik, illüzyon, sanat gibi temaları deştiği ilk filmlerinden olan Sihirbaz, inanç meselesiyle uğraştığı gibi, sanatın illüzyonla gerçek arasında kurduğu dengeye dair pek çok tali yola sapan, tek bir izleğe indirilmesi zor bir filmdir. Bergman, kasaba kasaba gezip doğaüstü olaylar gerçekleştirdiğini iddia eden illüzyonist kumpanyasını anlatırken, filmin atmosferini Max von Sydow’un yüz ifadeleri üzerine kurar adeta.
Aynalar, Rüyalar, Fotoğraflar
Karin Bergman
Bergman’ın filmlerinde yüzleri çoğu kez bir ya da birden fazla aynanın dolayımıyla görürüz. Aynalar bazen karakterin kendiyle yüzleşme denizine bir geçit gibidir, bazen bir rüyanın eşiği… Aynalar, rüyalar ve fotoğraflar, Persona başta olmak üzere pek çok filmde iç içe geçer. Onları ayırmak zor hale gelir. Sanatın yarattığı illüzyon, fotoğrafın yüzeyinde ortaya çıkan hakikat, yüz ile aynadaki suret arasındaki ilişki… Bergman sinemasında imgeler bu soruları birbirine teyelleyip ortaya bırakır.
Bergman’da aynaların kullanımı hakkında güzel bir “video-deneme” için göz atın.
Pera Film’in Bergman’a Övgü seçkisindeki bir kısa film, belki de tüm bu temaları konuşmak için en iyi vesilelerden biri. Perdede izleme şansına ulaşmanızın çok zor olduğu kısa film Karin’in Yüzü, Bergman’ın annesi hakkındadır. Yönetmen, aile albümlerinden özel fotoğraflar kullanarak ortaya çıkarır bu kişisel filmi. Filmde fotoğrafların üzerinde bazı noktalara iyice yaklaşır Bergman’ın kamerası. Annesinin gözünün altındaki bir nokta, gözyaşını andırır. Ama pekâlâ fotoğraf kağıdındaki yıpranmış bir nokta da olabilir bu belirsiz şey. Fotoğrafları, hele de yıllar öncesine ait fotoğrafları okumak zordur. Tıpkı yüzler gibi… Bergman’ın sinemasının pek çok niteliği dönüp dolaşıp bu fotoğraflarda aranabilir. Zira Bergman’ın, filmlerinde kamerasıyla yüzüne yakından bakmaktan vazgeçemediği esas kadın, bizzat annesi olabilir.
Yazar Abbas Bozkurt hakkında:
Abbas Bozkurt psikoloji ve kültürel araştırmalar okudu. 2008 yılından bu yana sinema, edebiyat ve popüler kültür üzerine eleştirel yazılar kaleme almaya çalışıyor. Altyazı Aylık Sinema Dergisi’nde yayın kurulunda yer alıyor. SİYAD ve FIPRESCI üyesi.
Bir koleksiyona veya arşive bakarak gelecek nasıl kurgulanabilir? Seramiğin dayanıklı yapısı onu hayal edebildiğimiz zamanın sonuna dek kalıcı kıldığından geleceğin nasıl hatırlanabileceğini bir seramik koleksiyonu aracılığıyla düşünmek zihin açıcı olabilir. Sergi kapsamında üretilen eserler, geçmişe dair önemli ipuçları taşıyan bir koleksiyonu taze bir perspektifle ele alma ve geleceği hatırlamaya dair bir adım atma potansiyeli taşıyor.
Pera Müzesi, Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri Koleksiyonu’ndan esinlenen Tüm Zamanlara, Tüm Üzgün Taşlara başlıklı güncel video yerleştirmesinden hareketle, sanatçılar Nicola Lorini, Gülşah Mursaloğlu ve Muğlak Standartlar Enstitüsü’nün (Avşar Gürpınar, Cansu Cürgen) katıldığı bir konuşma gerçekleştirdi. Yerleştirmeden hareketle ölçme, hesaplama, standart oluşturma, zaman ve değişim konularını tartışmaya açan bu ilham verici konuşmadan kısa bir bölüm paylaşıyoruz!
New York sokaklarında hicivli graffitilerinin belirlemeye başladığı 1977’den 1988’deki zamansız ölümüne kadar Jean-Michel Basquiat neo-ekspresyonizm çizgisinde son derece etkili yapıtlar üretti. Bütün çalışmalarında olduğu gibi, şematik fırça darbeleriyle yapılmış bu kara maske de sanat, edebiyat, popüler kültür ve Karayip geleneğine birçok gönderme barındırıyor.
Salı - Cumartesi 10.00 - 19.00
Cuma 10.00 - 22.00
Pazar 12.00 - 18.00
Müze Pazartesi
günü kapalıdır.
Çarşamba günleri öğrenciler müzeyi
ücretsiz ziyaret edebilir.
Tam: 200 TL
İndirimli: 100 TL
Grup: 150 TL (toplu 10 bilet ve üstü)