Gece Yarısı Korku Hikâyeleri: Son Sefer
Galip Dursun

13 Ağustos 2016

Pera Müzesi Blog’un Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği (FABİSAD)  işbirliğiyle sunduğu “Gece Yarısı Korku Hikâyeleri” isimli tüyler ürpertici hikâye dizisi bu hikâyeyle sona eriyor! FABİSAD üyesi yazarların Pera Müzesi’nin Mario Prassinos: Bir Sanatçının İzinde, İstanbul-Paris-İstanbul sergisindeki eserlerden ilhamla yazdıkları korku hikâyeleri sergi boyunca yayınlandı. Gece yarısı tam 00:00’da yayınlanan serinin beşinci ve sonuncu hikâyesi “Son Sefer” Galip Dursun‘a ait!

Mario Prassinos Aşağıda dökümü yapılmış olan ses kaydı 26 Mayıs 2016 günü 17.45 Eminönü – Kadıköy seferini yapan Şehir Hatları vapurunda meydana gelen terör eylemi mahallinde, A0530/2016/009361 kayıt numarası ile muhafaza altına alınan cep telefonunda tespit edilmiş olup konuşmalar tercüman C…. Y…. tarafından Arapça’dan çevrilmiştir. Kayıt içerikleri dosya isimlerine göre başlıklar halinde sıralanmıştır.

2016-05-26_16_33.m4a:

Biraz önce, yolcu salonunda vapurun hareketini beklerken aklıma bir oyun geldi. Küçükken evde, buradan epey uzakta ve geçmişte kalmış ülkemde oynadığımız, nasıl oynadığımızı bile hatırlayamadığım bir oyun. Vapura binmek için bekleyen kalabalığın arasında kendimi olduğumdan bin kat daha yalnız hissettiren cinsten.

Kolumun altındaki kutuyla vapurun içinde bir hayalet gibi süzülürken oynadığım oyuna benziyor muydu acaba? Hatırlamıyorum.

Annem bütün oyunların birbirine benzediğini söylerdi. Sesi aklımın içinde ama o kadar derinden geliyor ki duymakta zorlanıyordum. Burdur otogarında, beni İstanbul otobüsüne bindirişi gözümün önünde. Sigara alıp geleceğini söylüyor, gülümsüyor. “Ben de geleceğim” diye tutturuyorum ama nafile. Gidiyor. Bu onu son görüşüm. Rıza Bey bizi tekrar bir araya getirene kadar annemi tamamen unutmuştum. Utanılacak bir şey.

Rıza Bey “hatırlamak aklın lanetidir.” der. Bana öğrettiği bir dolu şeyin en önemlisi bu galiba.

Rıza Bey… Şey…

Aslında böyle başlamak istememiştim. Anlatacaklarımın bir sırası var; kağıda yazdım. Karton kutu kucağımda ve bacaklarımı terletiyor. Söylemeden edemedim. Heyecan çeneme vurdu. Karşımdaki çocuk bana ters ters bakıyor.

2016-05-26_16_34.m4a:


Neyse ki çocuktan kurtuldum. En arka sırada tek başıma oturuyorum. Bu kaydı Arapça yaptığım için kimse bir şey anlamıyor. Ama bazıları ters ters bakıyor. Beni, bizi sevmiyorlar. Ben de onları sevmiyorum. Konuyu dağıtmamalıyım, zamanım az.

Biraz önce hareket ettik. Vapur Sirkeci’den Kadıköy’e gidecek. Ve ben, Elif, olan biteni sırasıyla olduğu gibi anlatacağım. Suriye’nin H.… şehrinde doğdum. Beş kardeşin en büyüğüydüm. Çocukluğumun üstünden sanki bir asır geçmiş gibi. Yaşadığımız yerin neye benzediğini bile unuttum. Ama küçük sevimli bir yerdi. İstanbul ya da daha önce sığındığımız şehirlere benzemiyordu. Babamın beyaz eşya mağazası vardı. Annemle üniversitede tanışmışlar. Ama ben biraz erken ve kaçak yollardan dünyaya geldiğim için ikisi de okulu bırakmak zorunda kalmış. Babamı en son üç yıl önce gördüm. Savaşın nasıl başladığı hakkında en ufak fikrim yok. İsyancılar da askerler de bizi sevmezlerdi. Çareyi kaçmakta bulduk. Babam bizi Türkiye sınırından geçirmek için… kendini feda etti.

Daha fazla… konuşamayacağım…

2016-05-26_16_35.m4a:

Devam etmeliyim. 19 yaşımdayım. Sınırı geçerken ailemi kaybettim ve birkaç ay sonra mülteci kampında şans eseri birbirimizi bulduk. Annem ve kardeşlerimle şehir şehir gezip kendimizi kurtarmaya çalışırken yaşadıklarımız… Şimdi olanları düşününce başkasının başına gelmiş gibi geliyor. Rıza Bey bundan bahsederdi. İnsan aklı kendini korumaya çalışırmış.

Oradan oraya savrulurken babamdan haber aldık. Tanıdıklar babamı gördüğünü söyleyen bir adamdan bahsediyorlardı. Avrupa’ya mı geçecek yoksa Türkiye’de babamı mı bekleyecektik? Onu bulmalıydık. Annem gidip adamlarla konuştu. Geldiğinde canı epey sıkkındı. Bize belli etmemeye çalışıyordu. Mutlu haberi verirken zoraki de olsa gülümsüyordu. Babam İstanbul’daydı.

Kardeşlerimi bize göre daha iyi durumdaki akrabalarımızın yanına bırakıp annemle İstanbul’a geçmeye karar verdik. Annem tanıdıklarının Burdur’da yaşadığını öğrenmişti; önce oraya gidecek ve biraz borç para bulacaktık. Sonra İstanbul’da babamla buluşacaktık. Annem sürekli bir yerlere gidiyor, babamdan haber getirenlerle konuşuyordu. Her defasında biraz daha bitkin ve umutsuz dönüyordu yanımıza. Burdur Otogarı… annemi en sonu orada gördüm…

İstanbul’a iki sene önce, tek başıma geldim.

2016-05-26_16_36.m4a:

Vapur Kız Kulesi’ne yaklaşıyor. İki yıldır onlarca defa görsem de bu güzellik her defasında beni büyülüyor. Kız Kulesi aşkı bana babamdan geçmiş olmalı.

Babam bir defasında, henüz annemle evlenmeden önce, iş için İstanbul’a gelmiş. Ve resmen çarpılmış. Ne zaman İstanbul’u anlatmaya başlasa bambaşka bir adam olur, ayağa fırladığı gibi beni ya da kardeşlerimden birini koluna takıp evimizin salonunda hızlı adımlarla İstanbul’u gezdirirdi. Annemin gizliden kıskanarak takılmasına aldırmaz hep iyi şeylerden bahsederdi. Babamın İstanbul’unda, aşık olduğu şehirde kötülüğe yer yoktu. Kalbinde birden fazla aşk taşıyan her adam gibi babamın da bir sürü gözdesi vardı. Ama en çok Kız Kulesi’ni severdi.

Biliyor musunuz, ben adımı Kız Kulesi’nden almışım. Denizin ortasında yükselen kulenin zarafeti, endamı benim gibi kara kuru bir bebeğe isim oluvermiş, Elif. Kız Kulesi aşkı babamdan bana geçen bir miras gibi aslında. Ben de onu görünce derdimi tasamı unutup dalıp giderim.

Toprak rengi-Siyah-Sarı Sonbahar, 1962, Bakır üzerine akuatint, ofort ve oymacı kalemi, 76,2 x 57 cm., FNAC 35358, Centre National des Arts Plastiques

Rıza Bey, boğazı ve Asya ile Avrupa’yı birbirinden ayıran derin suyu gösterip şöyle derdi. “İyilikle kötülüğün birbirine karıştığı bir alemdir boğaz. İki kıtanın hem rahmani hem de şeytani işleri iç içe geçer bu sularda. Bir olurlar, İstanbul olurlar.”

Rıza Bey’in söylemediği bir şey var ki onu anlatmadan bu büyük lafların içi boş kalıyor. Kız Kulesi, o iki alemin birleştiği yer aslında. Belki tam ortası değil, hakça bölmüyor ama her şeyi birbirinden ayırıveriyor. Benim gibi.

2016-05-26_16_37.m4a:

Hızlanmalıyım. İstanbul’a geldikten sonrasını kısa geçeceğim. Kadıköy’e fazla bir şey kalmadı.

Buraya geldiğimde bir başımaydım. Annem ve kardeşlerime ulaşamıyordum. Ne yapacağımı bilmez, dil bilmez, yol bilmez, iş bilmez… Sokaklarda yattım. Dilendim ve hayatta kalmak için ne yapmam gerekiyorsa yaptım. Bir ara kısa süreli bir işe bile girdim. Orada da…

Elimdeki kağıtta yazdığım bir sürü başka şey var. Ama hiçbirini anlatmak istemiyorum. Sadece şunu söylemek istiyorum: karşıma çıkan İstanbul babamın aşık olduğu masal diyarına hiç benzemiyordu.

Burada bir yıl boyunca aklınıza gelebilecek her şeyi yaparak hayatta kalmaya çalıştım. En sonunda olanları kabullendim. Belki de en başında yapmam gereken şeye, kendimi öldürmeye niyetlendiğim gün Rıza Bey karşıma çıktı.

2016-05-26_16_38.m4a:

Vapurun üst güvertesinden dışarıya değil içerideki yolculara bakıyorum. Manzara ilgimi çekmiyor. Gözlüğümün arkasına saklanmış etrafımdakileri izlerken her defasında şaşırıyorum. İnsanlar ne tuhaf. Kullan at maskeler takmış gibiler. Hiçbiri akılda kalmıyor.

Rıza Bey’in suratını bir defa gördünüz mü, unutmak mümkün değil. Bir uçurtma gibi, bir köşesinin üstünde dikilmiş bir dörtgen işte.

Ciddiyim. Bunu Rıza Bey’e söylediğimde o da çok gülmüştü. Rıza Bey’le hoş bir lokantada son paramla kendime güzel bir öğlen yemeği ısmarlamak üzereyken tanıştık. Aslında… yalan söylüyorum.

Cebimdeki son para değildi. Ve bir lokantada da değildik. Israrla çok güzel olduğumu söyleyen bir adamın beni götürdüğü küçük bir birahanedeydik. Öğlen yemeği de yemiyorduk. Karnımı doyurmak için ne bulduysam onu mideme indiriyordum.

Beni oraya götüren adamın yüzü nasıldı hiç hatırlamıyorum. Ama bunun için iyi bir bahanem var. Nefesi çok fena koktuğu için mümkün olduğunca yüzüne bakmıyor, bakışlarımı kaçırıp duruyordum. Adam da bu utangaç halime iyice tav oluyor, ağzından salyalar akarak iltifatlarına devam ediyordu. Yine bakışlarımı kaçırdığım bir an, oturduğumuz uzun masanın sonunda Rıza Bey’in gülümseyen gözleri ve uçurtma şeklindeki suratıyla karşılaştım. Loş ışığın altında birbirimizi süzüp bir süre bakıştık. Başıyla bana selam verip önündeki biçimli bardaktan içkisini yudumladı. Kısacık boyu, keyifle gerilmiş ince boynundan kafasının gittikçe sivrilen tepesine kadar her şey iyice beynime kazındı. Bakışlarında belli belirsiz bir mana vardı ve iyi mi kötü mü olduğunu çözemiyordum.

Yanımdaki rezil herif tuvalete gitmek için kalktığında Rıza Bey hemen yanıma yanaştı ve kulağıma fısıldadı. Sesi tanıdığım hiç kimseye benzemiyordu. Durgun ama kesinlikle rahatlatıcı olmayan bir tonu vardı. Dedikleri saf, berrak bir su gibi beynimde yolunu bulup aktı; söylediği her şeyi o anda anladım. Kabul ettim. Rezil herif geri geldiğinde Rıza Bey çoktan kendi yerine geçmişti. Adama dönüp daha sakin bir yere gitmek istediğimi söyledim. Herifin gözleri parladı ve bir saniye bile düşünmeden hemen garsonu çağırdı, hesabı halledip çıktık.

Rıza Bey peşimizde, salaş bir otele gittik. Buraların ne tür yerler olduğunu biliyordum. Aklım kaçıp gitmemi, başıma kötü bir şey geleceğini söylüyorsa da büyülenmiş gibiydim. Adamın peşin ödeyip kiraladığı odaya girdiğimizde aklımda Rıza Bey’in söyledikleri vardı. Duş yapmak istediğimi söylediğimde adam soyunmaya başlamıştı bile. Arkamı dönüp küçük odanın girişine sıkıştırılmış banyoya giderken dış kapıyı açtığımı ve uzun uzun duş aldığımı hatırlıyorum. Banyodan çıktığımda odanın ortasında, bir iskemleye kurulmuş Rıza Bey’le göz göze geldik. Sağ tarafı tamamen kana bulanmış suratında muzip bir gülümsemeyle beni yanına çağırıyordu.

Utana sıkıla ama içimde en ufak bir korku olmadan yanına sokuldum. Rıza Bey’in omzundan yatağın üzerinde uzanan, bir koyun gibi boğazlanmış rezil adama baktım. Adını bile bilmediğim cesedi görünce içimde bir şeylerin kırıldığını, bir şeylerin serbest kaldığını hissediyordum. Onca zamandır biriken şeyler renk ve şekil değiştirip yavaş yavaş içimi kaplıyordu.

Kendime geldiğimde Rıza Bey’i kurbanının etrafında usta bir kasap edasıyla gezinip çalışırken buldum. Yatağın üzerinde farklı yerlere özenle dizilmiş et parçaları gördüm. Kararmış parçaların hepsi bana aynı görünse de Rıza Bey uzun uzadıya anlatıyordu. Bir an kendiyle konuşuyor sandım. Ama o kalın ve kısa parmağıyla beni dürtünce öyle olmadığını anladım. İlk dersimi alıyordum.

“Adam berbat olabilir ama göreceksin eti leziz çıkacak. Sıkça düşülen bir hatadır, aman sakın ha. Kötü adamların tadı her zaman daha iyidir.” Parmağının üzerine sıvanmış, titreyen bir et parçasını iştahla ağzına götürüp mideye indirdi. “Mümkünse hiçbir şeyi ziyan etmeyeceksin kuzum.”

Bana doğru uzattığı et parçasını midem nasıl kabul etti, bilmiyorum. Onun biçimsiz parmaklarını iştahla yalarken neşeyle dolduğumu hatırlıyorum. Şaşkınlıkla Rıza Bey’e bakarken ağzımdan çıkan ilk şey kahkahalar oldu. Kahkahaları birahane mutfağı spesiyalleri izledi. Rıza Bey’in yadırgayan bakışları arasında cesedin üstüne kustum.

Sabaha kadar kurbanımızın üstünde çalıştık. Rıza Bey’in görülmeye değer iştahı zavallı adamın büyük bir kısmını tek başına ortadan kaldırdı desem yeridir. Sabah beni odada bırakıp bir şeyler almak için dışarı çıktığında bitkin düşmüştüm artık. Cesedi orada bırakırsam beni hemen bulacaklarını bildiğimden bütün gün odada kaldım. Öğleden sonra yapacak daha iyi bir şeyim olmadığına karar verip etrafı temizledim. Akşam olmak üzereyken geri döndüğünde Rıza Bey’i öldürmek istiyordum.

Rıza Bey gündüzleri daha farklı görünüyordu. Dün geceki gülümseyen, sevimli yüzü gitmiş yerine bir kuşun gagasını andıran uzun burnuyla tuhaf bir insan sureti gelmişti. Elinde iki tane büyük bavul vardı. Kurbanımızdan kalanları hızlıca taksim edip göz kararınca birer kiloluk paketler hazırladık. Benim için de temiz elbiseler, makyaj malzemeleri ve bir de saçımdan farklı renkte bir peruk getirmişti. Giyindim, makyajımı yaparken Rıza Bey’in yardımları olmasa ne yapardım bilemiyorum.

Hava karardıktan sonra oradan ayrıldığımızda oda tertemizdi. Bavullarımızı bir çöplüğe atıp ortadan kaybolacağımızı düşünürken Rıza Bey’in sorusuyla kendime geldim. Sokakta yatanları, benim gibi savaştan kaçıp gelenleri tanıyıp tanımadığımı soruyordu. Kuşkuyla, neden diğerlerini merak ettiğini sorduğumda ise sokağı inleten bir kahkaha attı.

Rıza Bey’in gülümseyen, uçurtma şeklindeki yüzü geceyle beraber geri gelmişti. Bavulları gösterdi.

“Bu kadar eti ne yapacağız, kuzum? Çöpe atacak değiliz ya.”

O gece bavullar boşalana kadar İstanbul’un her tarafını gezip bulabildiğimiz herkese et dağıttık.

2016-05-26_16_39.m4a:

Haydarpaşa görünüyor. Vapur geçen bir yük gemisine yol vermek için durdu. Biraz ileride sabırsızlıkla Selimiye Kışlası’na bakan biri var. Neyse devam etmem gerek.

O ilk günden sonra Rıza Bey’i bir ay kadar görmedim. Onunla karşılaşmaktan mı yoksa öldürdüğümüz adamın yanında görülen son kişi olarak birahaneye tekrar gitmekten mi daha çok çekiniyordum, bilemiyorum. Ama Rıza Bey’le o bölgeden özellikle uzak duruyordum. Bir akşam parkta, açlıktan ve soğuktan sızlanarak uyumaya çalışırken yanıma biri sokuldu. Gelen oydu. Bir tomar para ve bir kucak dolusu et ile beni ikna etmesi uzun sürmedi. Eti parktaki diğerlerine dağıtıp Rıza Bey’in peşine takıldım. Koşar adım yürürken Rıza Bey acelesi var gibi ama arada es vererek anlatıyordu.

“Her şeyi öğreteceğim sana, kuzum. Sende var, içinde, mayanda var. Seni iyice bir yetiştireceğim ki alem görsün, beğensin.”

Her zaman yapmıyorduk. Herkesi almıyorduk. Ara verdiğimiz zamanlarda ki Rıza Bey o zamanları özenle seçer ve yaptığımız şeyi özlememiz gerektiğini ısrarla hatırlatırdı, yanından geçip gittiğimiz insanları işaret edip bir tekerleme söyler gibi anlatırdı.

“Nasıl seçilir, nerde kesilir, nasıl izlenir, nerde gizlenir; hepsini anlatacağım. Nasıl aklanır, neresi saklanır, yüzüne nasıl güleceksin, eti neresinden böleceksin; hepsini öğreteceğim sana.”

Rıza Bey’den öğrendiğim tek şey öldürmek değildi; onun doymak bilmez iştahı da bana geçiyordu. Gün be gün onun gibi bakar, güler, öldürür ve yer olmuştum. Onunlayken değişiyordum, başkası oluyordum. Her şeyi unutmaya meyilliydim.

Bir yıl boyunca onunla İstanbul’da iyi şeyler yaptık.

2016-05-26_16_40.m4a:

Başlarda sadece kötüleri ya da hak edenleri öldürdüğümüzü sanıyordum. Sonra iyilik ya da kötülüğün arasındaki sınır ortadan kalktı. Bazen kendini bize teslim edenler oluyordu. Rıza Bey’in en çok saygı duyduğu böyleleriydi. Kendini çok önemli bir şeye kurban olarak veren insanlar… Aç kalan insanlara adananlar. İyilikle kötülük birbirlerine kavuşup bir oluyorlardı; İstanbul gibi.

İnsanlar bir böbreklerini ya da karaciğerlerinin bir parçasını verdikleri takdirde ellerine geçen parayla bir zaman idare edebileceklerine inanıyorlardı. Bağışladıkları kıymetli organlar… dişimizin kovuğunu bile doldurmazdı. Ama Rıza Bey fedakarları asla geri çevirmezdi. Ama ben işin aslını biliyordum. İkimiz için gerçek olan tek şey etin kendisiydi.

Eşkenar Dörtgen Figür, 1937, Pano üzerine yağlıboya, 39 x 30 cm., Özel Koleksiyon

Rıza Bey bir akşam beni annemle tanıştırdı. Kardeşlerimle beraber İstanbul’a gelmişlerdi; Avrupa’ya geçmek için paraya ihtiyaçları vardı. Belki bir böbreğini Rıza Bey’e verirse yol parasını verebilirdik. Annem gözlerimin içine bakıp bana yalvardı. Ben ise anlattıklarını duymuyordum. Beni tanımamış olmasını aklım almıyordu. Ona para teklif ettim, öz anneme parayı almasını ve defolup gitmesini söyledim. Rıza Bey ise yine o uçurtma yüzünü takınmış, gülümseyerek bize bakıyordu. Annem benim yerime onu seçti ve Rıza Bey itirazlarıma aldırmadan annemi kabul etti.

Oradan kaçıp gittim. Annemi kurtarmak için hiçbir şey yapmadım. Yapamadım. Kardeşlerimi bulup yanıma almak istedim. Onları bulduğumda Rıza Bey de oradaydı. Apartmana sığınan diğer kaçaklarla beraber o ufak tefek adamın etrafını sarmış ve dağıttığı et paketlerini kapışmakla meşgullerdi. Paketleri görünce içimde bir şeyler kıpırdandı. Anneme duyduğum özlemdi bu. Bir başka türlü sevmekti, yeni bir bağ idi annemle aramızdaki. Açlıktı.

Annemin öldüğünü o an anladım.

2016-05-26_16_41.m4a:

Rıza Bey’le tanıştığım o bara bir yıl sonra tekrar gittiğimde mekanı tanıyamadım. Sanki aradan yüz sene geçmiş gibiydi. İlk kurbanımın beni sıkıştırdığı masayı bulup oturdum. Masanın sonundaki …. bakarken….onu tekrar….. rdüm… b…. bulmuştu….

Rıza Bey…
Aslında…. o….

[Gürültü nedeniyle ses kaydının devamı anlaşılmıyor]

2016-05-26_16_42.m4a:

Kadıköy’e geldik. İnsanlar ayaklandılar. Bir an önce vapurdan inmek ve gitmek istiyorlar. Ama benim gidecek bir yerim yok. Yolun sonundayım. Bu vapurdan hiç inmeyeceğim.

Vapura bindiğimden beri çevremdeki insanları düşünüyorum; kokularını almaya, elbiselerinin altında sakladıkları kıymetli etlerinin tadının neye benzeyeceğini tahmin etmeye çalışıyorum. Son bir yıldır edindiğim bu huy hiç de çekilir bir işkence değil.

Kağıda bakıyorum, atladığım pek bir şey yok gibi. Şu kutu dışındaki her şeyi anlattım sanırım.

Kucağımdaki kutuda bir Lupara var; bir kesik çifte, dipçiği ve namlusu kesilmiş bir av tüfeği. İtalyanca, “kurt için” demekmiş. Rıza Bey’in anlattığına bakarsak Sicilya’nın dağ köylerinde çobanlar kurtları vurmak için bu tüfeklerden taşırlarmış.

Kolay etin tadını bilen ya da çobanın kokusundan yüreğinin zayıflığını bilen kurtlar için değilmiş Lupara. Onları köpekler uzak tutarmış, zaten. Lupara gözü dönmüş kurtlar içinmiş. Sürüye umutsuzca saldıran kurtları vururlarmış, onunla. Çünkü etin çağrısına dayanamayıp gelen o kurtlar Lupara’nın menziline girecek kadar çaresiz olurlarmış.

Vapurun kalabalığına sığınmış çaresiz bir kurt gibi hissediyorum kendimi.

Ben, benimkini Küçükpazar’daki eski bir silah tamircisinde, çok ucuza yaptırdım. Fişekleri temin etmek biraz sıkıntılı oldu ancak onu da hallettim. İntiharı kafasına koymuş birinin sorunları ne kadar kolay aştığını görseniz şaşarsınız.
Evet, eğer başka bir aksilik çıkmazsa bu ses kaydını tamamladıktan sonra kendimi vuracağım. Luparamın kesik namlusunu o doymak bilmeyen ağzıma dayayıp tetiği çekeceğim. Kurtuluşum buna bağlı.

Arkamdaki yeşil-beyaz boyalı duvarın ne hale geleceğini merak ediyorum.

Beni buldukları zaman ne düşüneceklerini merak ediyorum. Bu kaydı dinledikleri zaman bana inanacaklar mı? Rıza Bey’i arayacaklar mı? Burada başka kurt var mı? Parçalanmış suratıma bakıp iştahını bastırmak zorunda kalan olacak mı acaba?

Bilmiyorum.

Yazan: Galip Dursun

İstanbul-Paris-İstanbul: Mario Prassinos

İstanbul-Paris-İstanbul: Mario Prassinos

Mario Prassinos, İstanbul’da doğdu. Detaya girmek gerekirse, 1916 yılında Rum kökenli sanatçı bir ailenin çocuğu olarak Pera’da dünyaya geldi. Doğduğu ev halen burada ve ayakta...

Gece Yarısı Korku Hikâyeleri: Polen, Fotosentez & Rock’n Roll <br> Murat Başekim

Gece Yarısı Korku Hikâyeleri: Polen, Fotosentez & Rock’n Roll
Murat Başekim

Loş gecede çağırıyor. Beni. Beni istiyor. İşitiyorum fısıltısını. Parfümünü.Tatlı tükürüğünü. Siluet sallanıyor. Çağırıyor. Ona gitmeliyim.O kadar uzakta değil. İşitiyorum. Aşk bu. Eminim.

 

Hayatının Bir Yerinde Yolu İstanbul’dan Geçmiş Altı Büyük Sanatçı

Hayatının Bir Yerinde Yolu İstanbul’dan Geçmiş Altı Büyük Sanatçı

Pera Müzesi Blog, N’olmuş? işbirliğiyle hazırlanan yazı dizisi devam ediyor. Kendilerini; “Bilindik N’olmuş? sorusunu her gün yeniden soruyor, karşımıza çıkan sayısız beklenmedik cevabı sizlerle paylaşıyoruz.