27 Temmuz 2016
Pera Müzesi Blog, Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği (FABİSAD) işbirliğiyle, “Gece Yarısı Korku Hikâyeleri” isimli yeni ve tüyler ürpertici bir hikâye dizisi sunuyor. FABİSAD üyesi yazarların Pera Müzesi’nin Mario Prassinos: Bir Sanatçının İzinde, İstanbul-Paris-İstanbul sergisindeki eserlerden ilhamla yazdıkları korku hikâyeleri sergi boyunca yayınlanacak. Gece yarısı tam 00:00’da yayınlanan serinin dördüncü hikâyesi “Ay Havuzu” Işın Beril Tetik‘e ait!
Yeryüzünün etinde biten dikenler gibi hüzünle uzanır göğe, yas tutan serviler.
Ela bir yıl önce, yedi dakikalığına ölmüştü. Küçük kardeşinin parktaki kum havuzunun içinde neşeyle oyun oynayışını seyrederken gelmişti ölüm ona. Tüm dünyasını bembeyaz yakıcı bir ışıkla kaplayan ani bir ışıma, bir canavarın kükreyişini andıran zalim bir gümbürtü… Bedeni, bez bir bebek gibi oturduğu banktan havalanıp kum havuzun ılık kumlarına çarptığında, o şiddetle ruhunun bir anlığına bedeninin dışına zıpladığını düşünmüştü. Gözlerinin ardındaki karanlıkta minik ışık huzmeleri çakıp çakıp sönerken, kulaklarındaki uğultu tüm benliğini kaplamış, yaşıyor olduğuna dair bir kanıt aranırcasına hissiz bedenini kımıldatmaya çalışmıştı. Çok sonraları, yaşadığı o kısacık sürenin aslında ölümle ayarlanmış bir ön buluşma olduğunu fark edecekti.
Yıldırım çarptı, demişti annesi. Hastanede gözlerini açtığı, ölümden döndüğü o ilk dakikalarda, kim olduğunu, nerede olduğunu, çevresindeki insanları algılamakta zorluk çekmişti. Başına geleni kavradığında ise, önce kısa bir şaşkınlık yaşamış daha sonraysa iradesini sarsan bir paniğe kapılmıştı. Oturduğu bankın çok yakınına düşen yıldırımın onu değiştirdiğine ve aslında bir sonraki randevu için onu damgaladığına inanıyordu. Ela için bunun en büyük kanıtı da vücuduna işlenen şekillerdi. Sırtında ve kollarında beliren, servi ağaçlarının kızıl gölgeleri; Vücudu onun için yas tutmaya başlamıştı bile…
Ağaçlar, 14 Kasım 1984, Hazır tuvale yapıştırılmış Arches parşömen kâğıdı üzerine yağlıboya 75,4 x 105,7 cm., FNAC 350308, Centre National des Arts Plastiques
Doktoru, yıldırım çarpmasının vücutta böyle izler bırakabileceğini, ayrıca nörolojik birtakım hasarlar verdiği için, yaşadıklarının normal olduğunu söylemişti. Ancak ilaçlar ve terapiler dâhil, hiçbir şey Ela’yı eski haline döndürememişti. O yolunu şaşırmış yıldırımla birlikte, on yedi yaşındaki neşeli, dışa dönük kız gitmiş, yerini her şeyden korkan, sinirli, tedirgin, kâbuslarla yaşamaya alışmış içine kapanık bir kıza bırakmıştı. Kimse ona ulaşamıyordu. Ela, varlığını saklamak istercesine yaşamın akışında silikleşiyor, gölgelere karışmak için umutsuz bir çaba sarf ediyordu.
Taşınma kararı çok ani alınmıştı. Aile, artık hemen hemen hiç konuşmayan Ela’dan ümit kesmek üzereyken son çare, büyük şehirdeki yaşamı bırakarak, kızlarının giderek bozulan sağlığını düzeltir umuduyla annesinin memleketi olan sayfiye kasabasına yerleşmeye karar vermişti. Birkaç yıl önce miras kalan köşke doğru yola çıkarlarken, annesi baba ocağına geri dönmenin gerginliğini yaşıyordu. Aslında doğup büyüdüğü yere dönmeyi hiç istememişti. Ancak babasının korkaklık ve fedakârlıkla ilgili ikna edici sözleri onu durumu kabullenmeye zorlamıştı. Annesi çocukluğundan, ailesinden ve büyüdüğü evden hiç bahsetmezdi. Uzun yıllar evvel bağlarını kopartmış olması, köşkle ilgili anılarının pek de güzel anılar olmadığını hissettiriyordu. Ela, ne dedesini tanımıştı ne de büyükannesini. Öldükleri gün dışında onların hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Yolculuk Ela’nın beklediğinden kısa sürmüştü. Arabanın yanından akıp giden, sürekli, değişen manzaranın hüzünlü hikâyesine dalıp gidince, kat edilen onca kilometrenin farkına dahi varmamıştı. Akşam olmadan köşke varmışlardı.
Akik Güneş, 1972, Bakır üzerine akuatint, ofort ve kazı kalemi, 76 x 57 cm., FNAC 35365 Centre National des Arts Plastiques
Anne ve babası eşyaları boşaltırken, Ela dededen kalma köşkün verandasına çıkan basamaklarda durmuş, ağır, el oyması dış kapıya bakıyordu. Ölüm onu burada, bu evde, kapının ardında bekliyordu. Ela bunu daha köşke kıvrılan toprak yola girmeden hissetmişti. Köşkün uzaktan görünen, sivri kırmızı çatısı, bir mezar taşı gibi ağaçların arasında yükselirken, onun kendisini çağırdığını hissediyordu. İlerledikçe gözler önüne serilen heybetli siluetinden yayılan karanlık, uğursuz bir karabasan gibi üstüne çullanmıştı. Ruhunun gizli saklı kalmış bilmediği köşelerinde bir şeylere dokunuyor, görünmez iplerle onu kendine bağlıyordu.
Ela, dış kapıyı açıp içeri giren kardeşinin peşinden köşke daldı. Geniş holde ilerleyip arka taraftaki büyük salondan bahçeye açılan çift kanat ahşap kapıları açtığında, önüne serilen manzara beklentilerinin ötesindeydi. Evin içindeki toz, küf ve ahşap kokusunu bastırmak istercesine içeri dalan temiz havayı içine çekerken, köşkün olağanüstü geniş arka bahçesini işgal eden servilerden oluşan gölgeli doğal koridoru gördü. Başına saplanan ani ağrı ile gözlerini kapayıp kapıya tutundu. Gözlerini tekrar açtığında küçük koruluk onu davet edercesine, genişliyor, uzuyor ve ağaçların arasında dolanan rüzgâra seslenerek onun adını çağırıyordu.
Ela rüyada gibi bahçeye inip yürümeye başladı. Az sonra koruluk bitip en dipteki küçük ay havuzuna ulaştığında, hastanede gözünü açtığı ilk andan beri kâbuslarını işgal eden o yeri bulduğunu biliyordu. Bundan o kadar emindi ki, gördüklerinin doğru olabilme düşüncesi ile dehşete düştü. Ardına kadar açılmış korku dolu gözlerle ay havuzuna bakarken, bulanık suyunun, tıpkı kâbuslarındaki gibi kana dönüşmesini ve tam ortasında beliriveren gümüş ayın bu kana bulanarak bir kor gibi nar kırmızısı yanmasını bekledi. Orada öylece havuza bakarken, kulağındaki hasar yüzünden ömrü boyunca duyacağı boğuk çınlamaya rağmen, ağaçların rüzgârın itişlerine cevap verir gibi yaydıkları fısıltıları ve bu fısıltıların içine saklanmış uğursuz kelimeleri duyabiliyordu.
Gece bastığında… Uyuma… Sakın uyuma…
Orada daha fazla duramadı. Kalbi ağzında, hızla koruyu geçip eve daldığında annesi ile burun buruna geldi. Bir an bakıştılar. Annesinin bakışında bir şey, Ela’nın daha da korkmasına sebep oldu. Sanki annesi onun ne bulduğunu biliyordu.
Türk Manzaraları, Ayça, 1981 Tuval üzerine yağlıboya 130 x 162,5 cm., FNAC 35333 Centre National des Arts Plastiques
O akşam mutfağın daracık masasındayemeklerini yerlerken, annesinin giderek artan gerginliği derin bir sessizliğe dönüşmüştü. Her zamanki neşesi dudağının kenarında asılı kalmış isteksiz bir gülüşten ibaretti artık. Ara sıra göz göze geldiklerinde, annesi Ela’ya bakmaya dayanamıyormuş gibi gözlerini, kaçırıyor, önündeki tabak dünyanın en önemli şeyiymiş gibi tüm dikkatini ona veriyordu. Çatalı tutan eli titriyordu. Yüzünün rengi solmuş, masanın altında bacağı huzursuzluğunu doğrularcasına sallanıp duruyordu. Babası ve kardeşi her şeyden habersiz birbirleriyle şakalaşırken, Ela annesi ile konuşmak istemiş ancak annesi bunu hissetmiş gibi masadan derhal kalkarak bulaşığa girişmişti. Sanki söyleyeceklerinden korkuyordu.
O gece, yatmadan hemen evvel üst kattaki koridorda, banyo kapısında karşılaştıklarında annesi sadece tek bir şey söylemiş, sonra beklemeden odasına girip kapıyı kapamıştı.
Ela şaşkındı. Annesinin söylediğine ne anlam vereceğini bilememişti. “Uyuma, bu gece sakın uyuma!” demişti annesi. Ela’nın onu anlayacağından emin gibiydi. Bakışları kararlı, hatta neredeyse katıydı.
Ela, yolculuk yüzünden epey yorgun olmasına rağmen uyumamak için epey direnmişti. Eski köşkün ahşap döşemelerinden, duvarlarından gelen çıtırtılar; tül perdeden sızan ay ışığında servilerin duvarlara yansıyan çarpıtılmış, garip bir dansla salınan gölgeleri; kulağındaki uğultuda bir belirip bir kaybolan fısıltılar ve eve adım attığından beri hissettiği tehdit… Bir şeyler olacağının beklentisi onu uyanık ve tetikte kalmaya zorluyordu. Ancak uzun süre direnememişti; üstüne aniden çullanan garip bir ağırlıkla, kapanmak için direnen gözlerine nihayet teslim olmuş ve onu bekleyen kâbusun kollarına düşüvermişti.
Bu sefer kâbusu daha tuhaf, daha tekinsiz, daha tehditkârdı… Gene o küçük çan sesini duymuştu önce; düzensiz tıngırtılar silsilesi, kâbusun başladığını haber veriyordu. Ancak bu kez, kara kalemden çıkma, renklerin unutulduğu bir kâbustaydı. Karalara bürünmüş, gökten bir parça koparmak ister gibi yukarı uzanan devasa servilerin gölgesinde, ay ışığının ılıttığı ıslak toprakta yalınayak yürüyordu. Fısıltılar ağaçların arasında dolanıp, kıvrılıp bükülüp ona doğru süzülürken, onun gözleri ağaçların gövdesinde belirip hüzünle süzülen iri taneli gözyaşlarındaydı. Kabuklu tenleri ürperir gibi dalgalanıyor, iç çeker gibi belli belirsiz şişip iniyordu. Ağlıyorlardı, acı içinde kıvranıp aman diliyorlardı.Nerden çıktığı belirsiz ani rüzgâr, saçlarının arasında ipekten bir el gibi dolaşmaya başladığında, farkında olmadan yolu neredeyse yarılamıştı. Sonra annesinin sesini duydu rüzgârın içinde. Dön, geri dön, diye fısıldıyordu kulağına.
Çok geç olmadan, dön…
Ama Ela istemese de yürümeye devam ediyordu.
Artık ağlayışların yerini ıstırap dolu feryatlar almıştı. Feryatlar yolun sonundaki ay havuzundan geliyordu. Korkuyordu Ela… Sırtı derin ürpertilerle seğirirken, çığlık atmamak için dişlerini dudağına geçirmişti. İyice şiddetlenen rüzgârın yaşarttığı gözlerini perdeleyen buğunun ardından, havuzun ardındaki karanlıktan sıyrılıp öne doğru çıkan gölgeyi fark etti. Başından beri hissettiği oydu. Gece dehşetinin isimsiz sahibi, kara bir neşeyle onu gözlüyor, uzun zamandır onu bekliyordu.
Ela bir an için kalbinin teklediğini hissetti. Ona gitmek istemiyordu. O habisti, kirliydi, zifir karanlıktı… Ona bir kez dokundu mu, o da kirlenecek ve hiçliğin içine düşecekti. Direndi; ayakları ağırlaşmış, gitmemek için bastığı toprağa kök salmışlardı. Ancak yabancının etkisi çok güçlüydü. Yüzünü saklayan başlığın içinden parıldayan gözleri, Ela’nın gözlerine saplanmış onu var gücüyle kendine çekiyordu. Ve Ela’nın güçsüz düşmüş bedeni daha fazla direnemedi. Ayakları bastığı topraktan sökülürcesine ayrıldı. Vücudu yerden yükseldi ve yabancının çağrısına karşılık verir gibi havada süzülerek sürüklenmeye başladı.
Denizde Gece, 1972 Bakır üzerine akuatint ve kazı kalemi 76 x 56 cm., FNAC 35364 Centre National des Arts Plastiques
Yabancıya yaklaştıkça daha da parlaklaşan dolunay, sanki beyaz bir alevle yanıyor, kâbusunu acı veren bir ışıkla kutsuyordu. Işığın aydınlattığı yola düşen servilerin gölgeleri, bağlı oldukları toprağın üzerinde kıvranarak, sürünerek, uzayarak ona ulaşmaya, onu durdurmaya çalışıyordu; dalları dört bir yandan esniyor, ayrılıyor, ona doğru atılıyor, rüzgârla birlikte bacaklarının arasında dalgalanan beyaz geceliğinden bir parça yakalamak için umutsuzca çabalıyorlardı.
Faydasızdı. Biri bile onu yakalayıp durduramamıştı. Ela, görünmez bir akıntıya kapılmış, yabancıya doğru süzülmeye devam ediyordu. Artık o da ağlamaya başlamıştı. Gözyaşları arasında karanlık figürün bir an kaybolup hemen ardından havuzun önünde tekrar belirdiğini fark etti. Elleri ve çıplak ayakları, ayın zalim ışığında mermer gibi parlıyor, başlığının içinden kurtulup rüzgârın dansına katılan bir tutam uzun gümüş saç, onu o güne kadar gördüğü en korkunç kâbustan daha fazla korkutuyordu.
Onun kollarını yukarı kaldırdığını gördü. Elindeki uzun, gümüş bıçağın keskin ağzında çakan ışık gözünü kamaştırırken, yabancı ona doğru atıldı. Ela gözlerini kapadı… Annesinin sesini bir kez daha duydu…
Hayırrrrrr! Kızımı değillll! Kızımı alamazsın!
Ağaçların çığlıkları tüm zihnini kaplarken, annesinin sesi çığlıklara karıştı. Saçını yakalayıp kavrayan zalim el, onu diz çökmeye zorlarken, Elaiçten içe annesine sesleniyordu. O, biliyordu… Bunun neden olduğunu biliyordu.
El bir kez daha yapıştı saçlarına. Ela acıyla haykırdı. Havuzun kenarındaki tutunduğu taş kabartmalar ellerine batıyordu. Direnmeye çalışsa da dizleri bükülmüş ve havuzun kapkara suyuyla burun buruna gelmişti. Saçını kavrayan el onu suya bakmaya zorluyordu. Suyun karanlık yüzeyinde bir mücevher gibi parlayan dolunay suyla beraber dalgalanırken, Ela’nın başı hızla geriye doğru çekildi. Gırtlağına dayanan metalin soğuğunu, yarılan teninin zonklamasını ve akan kanının kokusunu aynı anda hissetti. Elleri boğazına gitti. Hissettiği acı o kadar gerçekti ki o anda bunun bir kâbus olmadığını anlayıverdi. Bu ölümle ikinci randevusuydu.
Parmaklarının arasından fışkıran kanı havuza doğru akıyor, suları bulandırarak suyu kırmızıya boyuyordu. Kan, akmaya devam etti. Artık dolunayın yansıması da değişmiş, kızararak korlaşan ateş narı bir top gibi havuzun içinde yanıyordu. Rüzgârın ıslığı, ağaçların çığlıkları, iniltileri… Annesinin sesi…
“Yap! Şimdi yap!”
Son bir gayretle sırtını arkaya yabancıya bastırıp kollarını yukarı uzattı. Elleriyle yabancının soğuk, incecik bileklerini yakalayıp avucunda hapsetti. Geceliği, boynundan akan kanla ıslanıyor, göğsüne, karnına ve bacaklarına soğuk bir ıslaklıkla yapışarak adeta tenine mühürleniyordu. Ela ani bir titremeyle sarsılarak gözlerini kapadı ve kulağını servilerin çaresiz yakarışlarına verdi. Vücudundan geçen şiddetli bir akımla kalbinin yavaşladığını ve göğsünde toplanıp çakan muazzam bir gücün önce kollarına sonra da ellerine hücum ettiğini hissetti. Elleri ısınıyordu…
Yabancı kıvranmaya, acı ve öfke dolu bağrışlarla kurtulmaya çalıştı. Ancak Ela’nın ellerindeki güç, bir zamanlar servilerin kızıl gölgeleri diye düşündüğü bedenindeki yıldırım izlerine nüfuz etmiş, onları işlenmiş oldukları tenden ayırarak canlandırmıştı. Şimdi, sırtındaki ve kollarındaki kızıl serviler büyüyor, uzuyor, dallanıp budaklanıyor ve avuçlarında hapsettiği bileklere, oradan görünmeyen kollara ve bedene saldırıyorlardı. Yabancı artık haykırıyordu. Ela başını kaldırdı ve kıvranan yabancıya baktı. O, çok yaşlı bir kadındı. Bir hayaletti… Ama aynı zamanda artık etten ve kemiktendi. Vücudu kızıl servilerin incecik dallarıyla kaplanıp bir kozaya dönüşürken acıyla inliyordu.
Uzun gümüş bıçağın ucu kozayı delip yabancının tam kalbinin altından çıktığında, Ela’nın gözleri kararmak üzereydi. Yabancı kan dolu bir balon gibi patlayarak toprağa aktığında, Ela da arkaya düşmüştü. Nefesi yavaşlıyordu. Gözlerini, başında dikilen ve elinde kanlı gümüş bıçağı tutan on yaşlarındaki sarışın kız çocuğuna çevirdi. Gülümsedi. Ölümle ikinci randevusunda yalnız değildi. Bir an sonra başında çömelmiş kanlı saçlarını okşayan çocuk, annesiydi…
***
Ela gözlerini açtığında kendi odasında, kendi yatağındaydı. Annesi başucunda oturmuş, kederli ancak sevecen gözlerle ona bakıyordu. İyileşmesi uzun sürmemişti. Boğazındaki yara, nasıl olmuşsa, onu öldürmemiş, ancak sesini ondan almıştı. Ayağa kalkacak gücü topladığında taşınma hazırlığı başlamıştı. Bu köhne köşkten gidecek ve bir daha asla geri dönmeyeceklerdi; Burası bir mezarlıktı ve nefes alan hiçbir canlı vaktinden evvel mezarda yaşamak istemezdi.
Uyandığı gece, annesi hikâyeyi sadece bir kez anlatacağını söylemişti ona; bir daha asla bundan bahsetmeyeceklerdi.
> O gece yaşananlar, aslında hem rüya hem de geçmişin ta kendisiydi…
Kadın çok genç evlenmişti ve yaşça büyük olan kocası, ona tapıyordu. Çocukları doğduğunda sağlıklıydı ancak bir süre sonra sürekli hastalanmaya başlamıştı. Doktor doktor gezmişler ancak bir çare bulamamışlardı. Kimse ne olduğunu anlamıyordu. En nihayet sahte bir hoca, onlara çocuğun her sene ilk dolunayda, kanda yıkanması gerektiğini söyleyince, bu gerçek bir kâbusun başlangıcı olmuştu. Genç anne dengesizdi, düşünmeden kabul etmişti. Böylelikle, karısını çok seven koca, her yeni senenin ilk dolunayında dışarı çıkıp bir kurban aradı. Kimsesiz, evsiz veya yabancı; Sorulmayacak, aranmayacak birilerini.
Kurbanların kanıyla dolan ay havuzunda yıkandı bebek. Kurbanlar ise bahçeye gömüldü. Üstlerine de birer servi dikildi. Zaman geçti. Koca artık öldürmek istemiyordu. Servilerin ağlayışları onu mahvediyordu… Ve küçük kızının onuncu doğum gününde anladı ki o aslında hiç iyileşmeyecekti. Çünkü kızını, büyük aşkla bağlı olduğu biricik karısı hasta ediyordu. İlgi çekmek için, sürekli sevilmek için. Koca bunu anladığında, kızını karısının kardeşine yolladı. O gece, önce karısına bir tane sıktı. Sonra bir tane de kendisine. Kadının hasta ruhu eve saplanıp kaldı. Ve senelerce kızının eve dönmesini bekledi.
O habis yabancı, Ela’nın büyük annesiydi. Ve nihayet, yıllar sonra kızı eve döndüğünde, dolunay kan dolu ay havuzuna düştüğü vakit, servilerin gölgesinde, toprağa karışmıştı…
Ve nihayet, servilerin ağlayışı son bulmuştu.
Yazan: Işın Beril Tetik
Biraz önce, yolcu salonunda vapurun hareketini beklerken aklıma bir oyun geldi. Küçükken evde, buradan epey uzakta ve geçmişte kalmış ülkemde oynadığımız, nasıl oynadığımızı bile hatırlayamadığım bir oyun. Vapura binmek için bekleyen kalabalığın arasında kendimi olduğumdan bin kat daha yalnız hissettiren cinsten.
Salı - Cumartesi 10.00 - 19.00
Cuma 10.00 - 22.00
Pazar 12.00 - 18.00
Müze Pazartesi
günü kapalıdır.
Çarşamba günleri öğrenciler müzeyi
ücretsiz ziyaret edebilir.
Tam: 200 TL
İndirimli: 100 TL
Grup: 150 TL (toplu 10 bilet ve üstü)