06 Ağustos 2023
Isabel Muñoz, dünyanın çeşitli coğrafyalarından insanları ve kültürleri konu alan etkileyici monokromatik portreleriyle tanınan, çalışmaları dünya çapında çok sayıda galeri ve müzede sergilenmiş İspanyol bir fotoğrafçı. Bana göre Muñoz'un fotoğraflarının uluslararası alanda bu denli önem taşımasının başlıca nedeni, özellikle farklı kültürlerin doğasını ve estetiğini yansıtmak üzere çektiği portrelerinde kendini gösteren olağanüstü yeteneği. Muñoz sıklıkla marjinal ve geleneksel topluluklardan insanları fotoğraflayarak hem onların benzersiz yaşam biçimlerini belgeliyor hem de gelecek nesiller için korumaya çalıştığımız kültürel mirası kayıt altına alarak yaşatmaya çalışıyor. Muñoz'un teknik becerisinin de olağanüstü denebilecek nitelikte olması ise çalışmalarının önemine kalıcı bir katkı sağlıyor. Işık ve gölge konusundaki ustalığı, yüz ifadeleri ve beden dili aracılığıyla öznelerinin duygusal derinliğini yakalama becerisiyle birleşince, portreleri yalnızca birer temsil değil, aynı zamanda insan olma deneyimini yansıtan sanatsal ifadeler haline geliyor. Muñoz'un çalışmaları İspanya'da Ulusal Fotoğrafçılık Ödülü ve Hasselblad Vakfı'nın Uluslararası Fotoğrafçılık Ödülü gibi önemli ödüllere layık görülmüş, Venedik Bienali ve New York'taki International Center of Photography[Uluslararası Fotoğraf Merkezi] gibi önemli uluslararası sergilerde yer almış. Sanatçı, Pera Müzesi'ndeki Türkiye’nin üç arkeolojik alanına odaklanan kişisel sergisiyle Türkiye sanat izleyicisiyle buluşuyor: Göbeklitepe, Karahantepe ve Sayburç. Bu tür bir arkeolojik çalışma yapmanın kendisi için yeni bir deneyim olduğundan bahseden Muñoz ile sanatsal pratiği, hayat yolculuğu, fotoğraf anlayışı ve yeni sergisi üzerine konuştuk.
1951'de Barselona'da doğdunuz, 1970'te Madrid'e taşındınız ve dokuz yıl sonra kendinizi tamamen profesyonel fotoğrafçılığa adamak için PhotoCentro'ya kaydoldunuz. Basın ve reklam sektöründe geçirdiğiniz birkaç yılın ardından Madrid'e dönerek ilk kişisel serginizi açtınız: Toques. Yanılmıyorsam sanat kariyeriniz böyle başladı. İlk serginizin hikâyesini ve ardından fotoğrafçılık kariyerinizin nasıl devam ettiğini bizimle paylaşır mısınız?
İspanya'da fotoğrafçılık alanı yıllar içinde önemli değişimler geçirdi. 1970'lerde PhotoCentro fotoğrafçılığa adanmış tek kurumdu. Benimle ilgili az bilinen bir gerçek, bu süre zarfında evli ve ikiz çocuk annesi olduğumdur. Bir fotoğrafçı olarak yazlarımı Amerika Birleşik Devletleri'nde fotoğrafçılık eğitimi alarak geçirdim çünkü mesleğim hakkında daha fazla şey öğrenmek için büyük bir istek duyuyordum. Her zaman yeni bilgi ve deneyimler peşinde koşan bir insan oldum.
Türkçede "dokunmak" anlamına gelen Toques başlıklı ilk kişisel sergim kariyerim açısından çok önemli bir olaydı. Bu ismi seçtim çünkü ben sadece ellerimle değil, gözlerim ve kalbimle de bir şeylere dokunmanın sanatsal sürecim için çok önemli olduğuna inanıyorum. Sergi, o zamanlar alışılmadık bir galeri mekânına sahip olan Fransız Enstitüsü'nde düzenlenmişti: Beyaz fayanslarla kaplı bir revir. Bu sergi sırasında platin baskılar, siyanotipler, tuzlanmış kâğıt baskılar gibi yeni teknikler deniyordum.
Bu ilk sergimle ilgili komik bir anımı bile hatırlıyorum. Bir gün sergiden bir fotoğraf çalınmış ve herkes çok telaşlanmıştı. Ben ise onları rahatlatırken şöyle diyordum: "Lütfen endişelenmeyin. Eğer biri bir yapıtımı çalmak için zaman ayırdıysa, bu onu çok sevdiği anlamına geliyor. Onu alabilir ve ben bundan memnuniyet duyarım." Ayrıca, sevgili yaşlı büyükannemin sergime katılmak için kurumun merdivenlerini tırmanışını da asla unutmayacağım. Bazı anılar gerçekten sonsuza kadar sizinle kalıyor.
Sanatsal vizyonunuzu fikirlerinizi ortaya koyma isteğiyle yoğuruyorsunuz. Tango ve Flamenko (1989), insan bedeninin güzellik ifadelerini yakalamak amacıyla dünya insanlarının duygularını ve hislerini aralıksız araştırmanızın başlangıç noktası olarak kabul ediliyor. Kameranızla öznelerinize çok yaklaşabiliyoruz, hatta bu yakınlaşma bizim izleyiciler olarak kendimize verdiğimiz izinden çok daha yakın. Bu sizin merakınızdan kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Bu merakın kaynağını merak ediyorum, Etiyopyalı kabile üyelerine, Brezilyalı Capoeira dansçılarına, İranlı kahramanlara yahut Afrikalı azınlıklara olan ilginiz nereden geliyor?
İnsanlar ve profesyoneller olarak sürekli değerlendirmeler yaparız. Ancak, sevme ve hissetme biçimlerimiz gibi bazı yönlerimiz, bunları ifade etme şeklimizi değiştirsek bile, sabit kalır. Ben “köken” arayışımda hep kabile topluluklarına yöneldim. Etiyopya'daki kabilelerle ilk karşılaştığımda, insanlığın ortak mirasına dair bir bağlantı hissettim. Hepimizin farklı tür kabilelere ait olduğuna inansam da hâlâ ilerlemenin uzanamadığı yerler var. İnsanların bu yerlerde nasıl yaşadıklarını, nasıl giyindiklerini ve doğayla nasıl etkileşime girdiklerini görmek istedim. Sanat aracılığıyla sadece bu kabilelerin karşılaştığı zorlukları değil, aynı zamanda evrensel insan haklarının önemini de aktarabildim. Kendimiz ve kültürlerimiz hakkında hikâyeler anlatmak için dansı ve bedeni kullanabileceğimi keşfettim.
Kamera önündeki utangaçlığa gelince, bunun büyülü bir an olduğunu düşünüyorum. Bu bir insan ya da bir nesne olsun, fark etmez, çünkü ben de doğanın ve nesnelerin büyüsüne inanıyorum. Fotoğraf çekerken özneye hem fiziksel hem de duygusal olarak yakın olmam gerekiyor. Onu sevmek zorundayım. Yıllar geçtikçe öğrendim ki, bir insan sevildiğini hissettiğinde kendini veriyor. Fotoğrafçılıkta cömertlik yoktur, sevgi vardır. Kameranın karşısındaki kişi kendini kameraya verirse, o an büyülü bir hal alır. O anda utangaçlık yoktur, sadece saygı vardır. Fotoğraf saygı olmadan var olamaz ve eğer seviyorsanız saygı duymalısınız. Saygı, sürecin ayrılmaz bir parçası.
Trance'n'dance ilk büyük serginizdi, Belçika'da gerçekleşti. Basında “‘beden portrecisi' olarak adlandırılan bir sanatçının görsel dünyasına yolculuk" olarak yer aldınız. Dünyanın dört bir köşesinde gözlemlediğiniz pratikler ve ritüeller serginizin temasını oluşturuyordu. Peki siz "beden portrecisi" olarak tanımlandığınızda nasıl hissediyorsunuz?
Sınırlayıcı olabileceğine inandığım için isim takma durumundan kişisel olarak hoşlanmıyorum. Bunun yerine bedeni bir ifade aracı olarak kullanmayı tercih ediyorum. Zaman zaman, başka fikirleri iletmek için dansı da dahil ediyorum. Kendimi daha çok bir hikâye anlatıcısı olarak görüyorum, mesajları iletmek için çeşitli sanat biçimlerini kullanıyorum.
Öznelerinize nasıl yaklaşıyorsunuz ve fotoğrafla neyi yakalamayı umuyorsunuz?
Fotoğrafçılığımın bir amaca hizmet etmesi ve her görüntünün arkasında bir hikâye anlatabilmesi için çabalıyorum. Görsel aracın gücüne ve sanatın yaşam ve güzellik de dahil olmak üzere pek çok şeyi anlatabileceğine inanıyorum. Fotoğrafçılığımın insanlara farklı şekillerde destek olabileceğini düşünmek bana büyük bir memnuniyet veriyor ve bu inanca çok değer veriyorum. Eğer fotoğraflarımın duyguları uyandırmada veya bir hikâyeye ses vermede başarısız olduğunu hissedersem, bir değişiklik yapma ve topluma hizmet eden bir şey yaratma ihtiyacı duyarım. Sanat hayatın temel bir parçası, karanlıkta yolumuzu bulmamıza yardımcı olan yol gösterici bir ışık gibi.
Bu kez Türkiye'de ilk kez arkeologlarla çalışma fırsatı buldum ve onların yaptıkları keşiflerinin önemine ilişkin bakış açılarını çok etkileyici buldum. Geçmişi anlamaya ve gelecek için, toplumun iyiliği için çalışmaya olan bağlılıklarını benimle paylaştıklarında bu düşünce yapısı bir fotoğrafçı olarak bende de yankı buldu çünkü ben de insanların bağlantı kurmasına ve deneyimlerini paylaşmasına olanak tanıyan işler üretmeye çalışıyorum, yakalamaya çalıştığım şey bu diyebilirim.
Sanatsal çalışmalarınız beni "imge" kavramı etrafında düşündürüyor. İzleyiciler ancak imgeleri yorumladıklarında eserlerinizin ne anlama geldiğini anlayabilirler. W. J. T. Mitchell What Do Pictures Want? The Lives and Loves of Images adlı kitabında imgelerin "ne yaptığını" sormak yerine imgelerin "ne istediğini" soruyor ve ekliyor: "Çünkü gücü arzuya dönüştürmek istedim. Karşı çıkılması gereken baskın bir iktidar modelini, araştırılması ya da konuşmaya davet edilmesi gereken bir masumiyet modeline dönüştürdüm." Bu güç ve arzu karşıtlığı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kesinlikle haklısınız. Ben çalışmalarımda, insanlarda, müzikte ve hatta edebiyatta hep imgeler görüyorum. Fotoğraf söz konusu olduğunda, bu sadece bir anı yakalamak değil, bir tören veya bir olay gibi önemli bir şeyin bir parçası olabilmek. Tıpkı o güzel Osmanlı mezar taşları gibi, onlar sadece cansız nesneler değil, anlatacak bir hikâyeleri var ve bir anlamda canlılar.
Benim güç* kavramıyla ilgili bir sorunum var. Ben arzuya ve sanatçı ile izleyici arasındaki bağa inanıyorum. Bu sadece sanatçının ne aktarmak istediği değil, izleyicinin ne görmek istediği ve bunu nasıl yorumladığı ile ilgili. İzleyici imgeyi kendi tarzında tamamlamakta özgür; hatta birlikte bir şey yaratma arzusu sanatı bu kadar güçlü kılan şey. Ancak ben bu bağlamda güç kelimesini kullanmayı sevmiyorum. Onun yerine kuvvet** kelimesini kullanmayı tercih ediyorum. Ben kelimelerin gücüne ve sanat yoluyla insanlar arasında kurulan bağa inanıyorum. Görsel bir sanatçı olarak, mesajımı etkili bir şekilde iletmek için kelimelerin desteğine de ihtiyacım var.
90'lı yıllardan 2010 yılına kadar çalışmalarınız için Türkiye'ye geldiniz. Türkiye'yi hangi projeler için ziyaret ettiniz?
Türkiye'ye ilk seyahatim 1972'de balayım içindi dolayısıyla Türkiye benim için her zaman çok özel yere sahip olmuştur. O zamandan beri Türkiye’yi pek çok defa turistik ve iş amaçlı ziyaret ettim. 1992 yılında İspanyol Konsolosluğu benim için Boğaz'ın kenarında yer alan Mimar Sinan Üniversitesi binasında güzel bir sergi düzenledi. Bu sergi sırasında bana yağlı güreşleri fotoğraflamam için imkân sağlanmıştı. Bu çekim süreci benim için oldukça karmaşık ama bir o kadar da büyüleyiciydi. Ben sadece sevdiğim şeyleri fotoğraflayabiliyorum. Türkiye’nin özellikle mimarisi ve mistisizmi beni cezbediyor. Çalışmalarım sayesinde bu ülkede semazenlerle, zeytinyağı işçileriyle ve Sulukule'de çingenelerle çalışmak gibi harika deneyimler yaşadım. Türkiye ve İspanya'nın zeytinyağı gibi pek çok ortak noktası var ve örneğin Türkiye'deki Sulukule çingeneleri İspanyol da olabilirlerdi. Nemrut Dağı'nda UNICEF ile çalışma ayrıcalığına da sahip oldum. Siyaseti bir kenara koyup sadece insana odaklanıyorum. Türk insanı benim için çok özel. Onları gerçek bir miras gibi görüyorum. Siyaset gelip geçici ama insanlar kalıcıdır. Hayatta birçok şeyi anlamak için geçmiş nesillerin neler yaşadıklarını anlamamız gerekir.
Yolculuklarınızın çoğunlukla insanları ve hikâyelerini fotoğraflamak için ya da belirli başka bir vesileyle yapıldığını biliyorum ama bu kez, Pera Müzesi'nde açılacak serginiz kapsamında, sadece insan izlerinin olduğu ama canlı hiçbir şeyin olmadığı Göbeklitepe ve Karahantepe'yi fotoğrafladınız. Bu projenin arkasındaki ana motivasyon neydi ve sizin bakış açınızdan nasıl bir deneyimdi?
Evet, çektiğim fotoğraflarda yaşayan insan yok ama bu sefer odak noktam farklı. Arkeoloji ve mimariye karşı bir tutkum var. Türkiye'yi ziyaret ettiğimde mezarlıklarınızın, özellikle de inanılmaz derecede şiirsel olan Osmanlı mezarlıklarının güzelliği beni çok etkiledi. Fiziksel figürler olmasa da insan unsuru hep orada. Bu güzel Osmanlı taşlarını gördüğümde ve üzerlerindeki şiirleri okuduğumda, temsil ettikleri fiziksel kadınları hayal edebiliyorum. Benzer şekilde, Göbeklitepe'de fotoğraf çektiğimde, kendimi bu kadim kültürün içine sokmaya ve onu kendi tarzımda anlamaya çalıştım. Sahip oldukları yıldız bilgisinden ilham aldım ve görüntülerimi oluşturmak için onların ışık anlayışını kullandım. Göbeklitepe ve Karahantepe'yi fotoğrafladığımda onları yaşayan varlıklar olarak gördüm. Altlarında insan figürleri bulunan antropomorfik hayvan figürleri de bu yaşam hissine katkıda bulundu. Bana göre oradaki taşlar bile canlıydı.
Göbeklitepe’nin bu kadar önemli olmasının birkaç sebebi var: Anıtsal mimarinin bilinen en eski örneklerinden biri olması ve Stonehenge ve Büyük Piramitler'den binlerce yıl öncesine, M.Ö. 10.000'lere kadar uzanması ve antik toplumların nasıl örgütlendiğine ilişkin var olan anlayışımıza meydan okumuş olması. Böylesine karmaşık bir yapının inşası, o dönemde sofistike bir sosyal yapı ve organizasyonun var olduğunu gösteriyor. Buna ek olarak, alan bize eski toplumların dini ve sembolik inançları hakkında çok önemli bilgiler sunuyor. Alanda bulunan ve bazıları özenle hayvan oymalarıyla süslenmiş olan çok sayıda T biçimli sütun, alanın ritüel ve dini amaçlarla kullanıldığını gösteriyor. Son olarak da alanın keşfi ve devam eden kazılar, tarih öncesi toplumların ve onların kültürel ve teknolojik başarılarının incelenmesine yönelik ilginin yeniden canlanmasına yol açıyor. Arkeolojik alanların gelecek nesiller için korunması ve muhafaza edilmesinin önemi de vurgulanıyor. Bu alan seçiminizin ana motivasyonu neydi?
İlk başta ilgimi çeken bu keşfin yeniliğiydi. Bir fotoğrafçı olarak doğal bir merakım ve yeni şeyler keşfetmeye karşı bitmeyen bir arzum var. Fotoğraf makinem olmadan önce bile geçmişte insanların nasıl yaşadığını ve hissettiğini anlamaya çalışıyordum. İspanya'da zengin bir Paleolitik sanat geleneğimiz var ama Göbeklitepe'de bana hitap eden manevi bir unsur buldum. İspanya'da bugün çok tartışmalı bir konu olan boğa güreşleri var. Hayvanları sevmeme ve bu dövüşlere karşı olmama rağmen, bu hâlâ kültürümüzün bir parçası ve bize hep Minos medeniyetinden geldiği öğretildi. Ancak bir yıl önce boğa güreşinin ilk kabartmasını keşfettik ve bu kendi kimliğimize dair anlayışımızı değiştirdi. Bazen kendimize aşırı güvenebilir ve her şeyi bildiğimizi düşünebiliriz, ancak bu bir hatadır. Biz bu büyük şemanın içinde bir hiçiz.
Göbeklitepe'nin kişisel olarak benim için ne ifade ettiğinin ötesinde, diğer insanlar için ne ifade edebileceğini de düşünüyorum. Türkiye'de, Profesör Necmi Karul'dan alanı keşfetmek için izin alma şansına sahip oldum. Mesele sadece dokunmak değil, bu eski eserlerin huzurunda olmak ve heykellerin bedenlerini bir arada görmek pek çok duygu ve hissi uyandırabilir.
Hem yerel hem de uluslararası çağdaş sanat dünyasında Göbeklitepe sanatçılar için bir ilham kaynağı. Taner Ceylan'ın Göbeklitepe'deki oymalardan esinlenerek yaptığı bir dizi çalışmayı hatırlıyorum. Resimlerinde hayvanların ve diğer sembollerin fotogerçekçi bir tarzda işlenmiş son derece ayrıntılı tasvirleri yer alıyordu. Ya da Murat Germen'in Göbeklitepe'deki T şeklindeki sütunların fotoğraflarından oluşan serisi. Fotoğrafları, sütunların karmaşık oymalarını ve benzersiz şekillerini vurguluyor ve genellikle doğa ve çevredeki manzara unsurlarını içeriyordu. Julian Charrière’in Göbeklitepe'den esinlenerek bir video yerleştirmesi var. Charrière'in Towards No Earthly Pole başlıklı çalışması, bu alanın insanlık tarihi ve doğal dünyayla ilişkimiz açısından taşıdığı önemi irdeliyor. Ziyaretinizden önce (veya sonra) vizyonunuzu şekillendiren sanat eserleri var mı?
Onların çalışmalarını görmeyi çok isterdim ama hiçbirini bilmiyorum. Aslında bir sanatçı olarak başkalarının çalışmalarını önceden görmemeyi tercih ederim, böylece onlardan etkilenmem. Çalışmalarıma her zaman o anda ne hissettiğime göre yaklaşırım. Elbette yerleştirmeler için fikirlerim var ve ekibimi hazırlamam gerekiyor, ancak yaklaşımımın saf ve her türlü dış etkiden uzak olmasını istiyorum. İlgilendiğim alan benim için dokunulmamış ve saf olmalı.
Göbeklitepe'ye sadece birkaç kilometre mesafede bulunan Karahantepe de önemli bir arkeolojik alan. İlk olarak 1970'lerde kazılmış ve Neolitik ve Kalkolitik dönemlere tarihlenen, aralarında büyük bir taş duvar ve bir tapınak kompleksinin de bulunduğu önemli eserler ve yapılar ortaya çıkarılmış. Göbeklitepe, Karahantepe ve Sayburç arasındaki ilişki, Neolitik dönemde bölgedeki daha geniş bir sosyal ve kültürel ağa dair kanıtlar sunması açısından önemli. Bu yerleşmelerin inşası ve kullanımı önemli bir sosyal organizasyon ve iletişim gerektirmiş olmalı ki bu da o dönemde bölgede daha önce var olduğu düşünülenden daha karmaşık bir toplumun varlığına işaret ediyor. Bu üç alanı birbirinden ayırmadığınızı görüyorum. Sizin için neden birbirinden ayrılamazdı?
Bana bu adresi veren Profesör Necmi Karul sayesinde Türkiye'deki çeşitli arkeolojik alanları ziyaret etme fırsatı buldum. Ziyaret ettiğim her yerin üzerimde farklı bir etkisi oldu. Göbeklitepe konuştuğumuz gibiyken, Karahantepe'de yerleşim vardı, vajina ve tapınak şeklinde dikkat çekici taşlar gördüm. İnsanoğlunun yuvarlak mimariyi nasıl inşa etmeye başladığını görmek eşsiz bir deneyimdi. Yuvarlak şeklin mimarideki önemi oldukça özel. Karahantepe arkeolojik açıdan ilginç çünkü insanlar evlerini ortak bir yaşam birimi olarak inşa etmişler. Ne zaman trajik bir olay yaşansa, bunu saygıyla örtüp başka bir ev yapmışlar. Bu uygulama ilgimi çekti çünkü mekânların anıları barındırdığını kanıtlıyor. Bazen bir trajediden sonra aynı nesnelere bakmak zorlayıcı olabiliyor. Onları örtmek ise bu anıları korumanın bir yolu. İnsanların duygulardan oluştuğuna inanıyorum. Göbeklitepe anıtsal olsa da Karahantepe benim için çok özel.
Ziyaretim sırasında çok küçük bir alan olan Sayburç'u da keşfettim. Orada, özellikle tüm o antropomorfik figürleri gördükten sonra beni etkileyen bir boğa güreşi rölyefi gördüm. Ayrıca boğanın önünde bir şey tutan gerçek bir insan figürü de gördüm. Dürüst olmak gerekirse, bu arkeolojik alanlara asla doyamıyorum. Tüm kazı alanlarına erişimim olmasını çok isterdim. Türkiye'yi Eylül 2022 ve Ocak 2023’te olmak üzere iki kez ziyaret ettim ve her iki seyahatim de çok yoğundu. Sevdiğim bir şey üzerinde çalışırken ölçü ve çalışmama izin verildiği sürece zaman sınırım yok.
Pera Müzesi'ndeki sergi için ilk olarak “Origin” [köken] ismini düşündüğünüzü biliyorum. Dünyanın, yaşamın kökeni sizin için ne ifade ediyor?
Çalışmalarımı etkileyen kökler hakkında konuşmak her zaman hayalim olmuştur. Gelecek nesillere nasıl bir miras bırakacağız? Bizden daha büyük bir şey olduğuna inanmamız gerekiyor ve beni bu büyüleyici konuyu keşfetmeye iten de bu oldu. Kökenler benim için pek çok anlam ifade ediyor: her şeyin başlangıcı, ilk evcilleştirilmiş tahıl, insan iletişimine ve bilgi paylaşımına duyulan ihtiyaç bunlardan birkaçı. Bir arkeolog olmasam da insanlara inanıyorum ve onların hem karanlık hem de aydınlık taraflarını gördüm. Binlerce yıldır hikâyeler duymaya ihtiyacımız vardı ve kendimizin ötesinde bir şeye inanma arzumuz sonsuzluk kavramını doğurdu.
Göbeklitepe söz konusu olduğunda, bu sadece kökenlerle ilgili değil, aynı zamanda sonsuzlukla da ilgili. Bu alan bir uygarlığın başlangıcını ve sonunu temsil ediyor, çünkü yaratıcılarının "üstünü kapatmak istiyoruz; medeniyetimiz sona erdi." denmesi gereken bir noktaya gelindi. Alanın bu gizemli yönü, orada ne olduğuna dair hayal kurmamızı sağlıyor, ancak emin olamıyoruz. Bu nedenle serginin adını Göbeklitepe'nin keşfinin bilimsel bilgiyi değiştirdiği gerçeğini yansıtan ve aynı zamanda işim için yeni bir hikâyeyi temsil eden Yeni Bir Hikâye olarak değiştirdik.
Küratör François Cheval bu ismi önerdi ve Pera Müzesi ekibi de kabul etti. Sergi ağırlıklı olarak Göbeklitepe'ye odaklanıyor, ama Karahantepe ve Sayburç'la ilgili bir bölüm de var. Bir zamanlar 800 yıl boyunca Müslüman dünyasının başkenti olan güzel bir İspanyol şehri Córdoba'dan geliyorum. Benim için dünyanın en güzel camisi orada bulunuyor. Ne yazık ki ülke işgal edildiğinde, bir grup insanın korunduğu bu cami dışında her şey yok edilmiş.
Bu sergide kullandığınız yeni teknikler var: Tepetype ve kömür baskı. Bu teknikleri daha önce kullandınız mı ve bu üretimler kariyerinizde ya da özellikle bu seri için sizin için ne ifade ediyor? Fotoğraflarınızda duygu ve anlam aktarma ihtiyacı ile teknik mükemmelliği nasıl dengeliyorsunuz?
Konfor alanımın dışına çıkmaya ve yeni şeyler keşfetmeye çok ilgi duyuyorum. Şu anda baskı tekniklerini, özellikle de platin baskıları denemeye odaklanmış durumdayım. Nesnelerin gücüne güçlü bir inancım var ve onun büyüsünü yakalamak için Türkiye toprağı üzerine baskı yapmak istedim. Bunu başarmak için, eski zamanlarda kullanılan yöntemlere benzer şekilde serigrafi gravürlerin katmanlanmasını içeren "Tepetype" adlı bir teknik geliştirdim. Bu, arşivsel baskı yöntemlerini yalnızca taştan yaratılan güzel bir dokuyla birleştiren karma bir medya baskısı ile sonuçlanıyor.
Ayrıca, Osmanlı kültürünün hat sanatından esinlenerek 24 ayar altın ve cam kullanarak altın ve gümüş baskılar da denedik. Kaligrafi onların mirasının önemli bir parçası ve bu baskılar aracılığıyla ona saygı göstermek istedim. Yarattığımız her parça bize o zaman hakkında bir hikâye anlatıyor.
Bu projede fotoğrafın kökeni olan karbon baskıyı kullanmamış olsak da arkeolojik kazılarda karbon-14 kullanımı nedeniyle bizim için hâlâ önem taşıyor. Anlamlı ve benzersiz parçalar yaratma arayışımızda diğer teknikleri keşfetmeye devam ettik.
İlk çalışmaya başladığınızdan bu yana fotoğrafçılık sektörü nasıl değişti ve bu değişiklikler işinizi nasıl etkiledi? Dijital kameralar ve sosyal medya gibi teknolojideki gelişmelerin fotoğrafçılık sektörünü nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz ve gelecekte teknolojinin nasıl gelişeceğini öngörüyorsunuz?
Teknolojinin bize getirdiği ilerlemeleri benimseme konusunda çok hevesliyim. Yaratıcılığı ve yenilenmeyi çok kolaylaştırıyor. Ancak geleceği nasıl etkileyeceği konusunda endişelerim var. Bu gelişmelere ayak uydurmak için sürekli yatırım ve araştırma yapıyorum. Bu sergi için yapay zekâya odaklanan yeni bir eser yarattım. Gelecekte, tarihçiler sadece kazananların hikâyelerini anlatsa bile, yürüdüğümüz sokaklar tarihimizin bir parçası olacak. Önümüzdeki yıllarda kameraların tarafından anlatacağı pek çok hikâye var. Yeni nesli bu teknolojiyi nasıl kullanacaklarını öğrenmeye hazırlamalıyız.
Yapay zekâ hakkında daha fazla şey keşfettikçe, kullanımını düzenleyecek yasaların da olması gerektiğini fark ediyorum. Özgürlüğümüzü kısıtlama potansiyeline sahip ve benim neslim özgürlüğüne çok değer veren bir nesildir. Birilerinin özgürlüğümüz üzerinde kontrol sahibi olması riskli bir durum. Teknolojiden yana olsam da kontrol ve dengelerin olması gerektiğine inanıyorum. Teknolojiyi kullanmanın her zaman riskleri ve faydaları vardır ve bu sergi, teknolojiyi geçmişimizi keşfetmek ve anlamak için nasıl kullandığımın bir örneği.
Arkeologlarla yaptığım görüşmelerde, bir keşifte kemiklerin ve diğer parçaların eksik olabileceğini öğrendim. Ellerinden gelen her şeyi bize bıraktılar ama ben bir oto portre yaratmak istedim. EEG aktivitesini ölçen kasklar büyüleyici ve onları beynimi incelemek için kullandım. Kasklar kafama takıldığında, sinirsel aktivitenin havai fişekleri beynimin her yerinde patladı ve her bağlantı farklı bir renkle temsil edildi. EEG'mi Karahantepe'de bulunan kafalardan birine yansıttım; bazılarının yılan, bazılarının ise insan olduğunu düşündüğü gizemli bir kafa. Bu eser benim ilk deneyimim ve insanların beynin nasıl çalıştığını bile bilmediği bir dönemde yarattığım otoportremin bir temsili.
Kariyeriniz boyunca Fundación DEARTE (2012), UNICEF İspanya Farkındalığı Artırma Ödülü (2010), Bartolomé Ros Ödülü, PHotoEspaña (2009), İspanya Kültür Bakanlığı İspanya Güzel Sanatlar Altın Madalyası (2009), Comunidad de Madrid tarafından fotoğraf dalında birincilik ödülü (2006), iki World Press Photo ödülü (2000 ve 2004), İskenderiye Bienali Altın Madalyası (1999) gibi çok sayıda ödül kazandınız. En çok hangi ödül ya da takdirle gurur duyuyorsunuz ve neden?
Okul günlerimde, periyodik olarak iyi davranan kızlara güzel çantalar verirlerdi. Büyüdükçe bize madalyalar verildi. Ancak ben hiçbirini hediye yahut madalya kazanamadım. İlk resmi takdirimi aldığımda ise eski günlerimi hatırladım. Çalışmalarımla her takdir edildiğimde, bu bana geçmişimi hatırlattı ve büyümeye devam etmem için bana ilham verdi. Tanındığım için kendimi şanslı hissediyorum çünkü bu, bir başkasının bunu almamış olabileceği ve benim kadar hak ettiği anlamına geliyor. Bu takdir bana ilerlemek ve yoluma devam etmek için güç veriyor. Aldığım en son takdir benim için özeldi çünkü Académie Royale des Beaux-Arts'ın bir parçası olan ilk kadın fotoğrafçı oldum. Fotoğrafçılık bana çok şey verdi ve ben de mümkün olan en küçük şekilde bile olsa bunu geri vermek istiyorum. Sanat tarihçisi Publio López Mondéjar fotoğrafı konumlandırmak için çok şey yaptı ve her zaman kolay olmasa da hâlâ umudum var. Dernek fotoğrafçılığı teşvik etmekten mutluluk duyuyor ve bunun için minnettarım.
Çalışmalarınızla nasıl bir miras bırakmayı ve gelecek nesiller üzerinde nasıl bir etki yaratmayı umuyorsunuz? Şu anda hangi projeler üzerinde çalışıyorsunuz ve gelecekte sizden neler göreceğiz?
Şu anda benim asıl endişem gelecek nesiller için. Amacım, çalışmalarımla mümkün olduğunca olumlu bir değişim yaratmak ve onların hayatlarını iyileştirmek için kullanmak. Ben öldükten sonra çalışmalarıma ne olacağı konusunda endişelenmiyorum, çünkü yanımızda hiçbir şey götüremediğimize inanıyorum. Dürüst olmak gerekirse, artık fiziksel olarak burada olmadığımda çalışmalarımı gelecek nesillere hizmet etmesi için korunmasının iyi olacağını düşünüyorum. Ben sahiplenici bir kişiliğe sahip değilim ve çalışmalarımın hep insanlara hizmet etmesini istiyorum. Şu anda görme engellilerle ilgili bir proje üzerinde çalışıyorum. Hayata devam edebilmem için projelerimin olması gerekiyor. Bazılarının aksine ben çalışmalarımın geleceği için endişelenmiyorum, hatta paylaşılmasını istiyorum. Sanatın müzelere gösterilmek üzere verilmesi ve kutularda biriktirilmemesi gerektiğine inanıyorum. Yapıtlarımın dünyanın her yerinden serbestçe erişilebilen dokümanlar olarak ulaşılabilir olması benim için önemli. Ancak dijital bir görüntüyü incelemekle gerçeğini görmek aynı şey değil. Dijitalleşen bir dünyada insanlar zihinsel sorunlar yaşamaya başlayabilir çünkü bir şeylere dokunmaya ve hissetmeye ihtiyacımız var. Yalnızca dijital deneyimlere bel bağlayamayız. Örneğin, bir müzede paleolitik bir mağaranın kopyasını görmek ile gerçeğini görmek, hissetmek ve koklamak aynı şey olamaz.
Fotoğraflar: © Toni Català
* İngilizce “power” olarak ifade edilen ve metinde “güç” olarak çevrilen kelime, başkalarını veya kişinin çevresini etkileme veya kontrol etme yeteneğini ifade eder. Genellikle bireylerin veya grupların başkalarını etkileyen kararlar alma yetkisine veya yeteneğine sahip olduğu sosyal veya siyasi “güç”le bağlantılıdır. “Güç”, bir partnerin diğeri üzerinde daha fazla etkiye veya kontrole sahip olabileceği kişisel ilişkilerde de ortaya çıkabilir.
** İngilizcede “strength” olarak edilen ve metinde “kuvvet” olarak çevrilen kelime, görevleri yerine getirmek veya zorlu durumlara dayanmak için fiziksel veya zihinsel kapasiteyi ifade eder. Genellikle kişinin ağır ağırlık kaldırma veya uzun mesafeler koşma gibi fiziksel yetenekleriyle veya dayanıklılık veya azim gibi zihinsel “kuvvet”iyle, metanetiyle ilişkilendirilir. “Kuvvet” genellikle kişinin baskı uygulama veya baskıya dayanma kabiliyeti ile ölçülür.
“Power” ve “strength” birbirleriyle ilişkili olsalar da farklı kavramlardır. Bir birey fiziksel olarak güçlü (strength) olabilir ancak sosyal veya politik bağlamlarda güçten (power) yoksun olabilir. Benzer şekilde, büyük sosyal veya siyasi güce (power) sahip bir kişi fiziksel güçten (strength) yoksun olabilir. Burada “power” kelimesi “yetki, sözü geçerlik, iktidar” gibi anlamlar taşımaktadır. [Yazarın Notu]
Pera Film Altın Madalya: Sporda Kadın programı kapsamında 5Harfliler ile bir yazı dizisi sunuyor. Kendilerini; “kadın gündeminin peşinde, bağımsız bir internet sitesi” diye tanımlayan 5Harfliler bizim için hazırladıkları ilk yazılarında Yeni Nesil Kraliçeler: Bir Zanzibar Futbol Öyküsü belgeselini ele alıyor. Serinin bu ilk yazısı Denzi Deng’in kaleminden!
Sanatçı Benoît Hamet, bu yıl 10. yaşını kutlayan Pera Müzesi’nin koleksiyonlarından öne çıkan eserleri yeniden yorumluyor. Hamet, hem gerçek hem kurgusal “tarihi” olaylara mizahi bir bakış sunuyor. Sanatçının, Osmanlı’nın İngiltere’ye gönderdiği ilk elçi Yusuf Agah Efendi yorumlarını, her ay Pera Müzesi Blog’undan takip edebilirsiniz.
Salı - Cumartesi 10.00 - 19.00
Cuma 10.00 - 22.00
Pazar 12.00 - 18.00
Müze Pazartesi
günü kapalıdır.
Çarşamba günleri öğrenciler müzeyi
ücretsiz ziyaret edebilir.
Tam: 200 TL
İndirimli: 100 TL
Grup: 150 TL (toplu 10 bilet ve üstü)