Paula Rego İstanbul’da!

19 Nisan 2023

"Bütün dünya bir sahnedir...”

William Shakespeare

 

Biz, yani ben ve okul arkadaşlarımdan bazıları, Paula Rego’yu biliyorduk. İtiraf etmeliyim, ben Rego’nun nereli olduğunu bilmiyordum, Portekiz’in Avrupa’nın neresinde yer aldığını da. İngilizdir sanıyordum. Pek de İngiliz’e benzemeyen “Paula Rego” ismini ilk kez nerede duyduğumu söyleyeyim: Okulumuzun (The Slade School of Fine Art, UCL, Londra) bitişiğinde, yalnız öğretim üyelerinin adım atabildiği “Housman” isminde bir salon vardı. Sunduğu konfor açısından, burayı havalimanlarının VIP salonlarına benzetebiliriz. Biz atölyelerde histeri krizleri geçirirken (buna erkekler de dahildir), hepsi de yetkin birer sanatçı olan hocalarımız Housman’da toplanıp sohbet eder, içki içerlerdi. Utanç verici başlangıçlarımız ile bu büyülü salon arasındaki mesafeyi nasıl kat edeceğimizi bilememek başlı başına bir açmazdı. Yine de ne yaptık ettik, hocalarımızın gözüne girdik. Ve günlerden bir gün onların davetiyle kendimizi Housman’da şarap içerken bulduk. Bu salonun orta yerinde bir duvar, duvarda da nereden baksan görülecek bir resim asılıydı. Resimde farklı yönlere bakan yüzler, renkli kareler ve bir Akdenizlilik hissi vardı. Ressamın adını o gün duyduktan sonra bir daha araştırmadım. Büyük hata etmişim.

Maria Paula Figueiroa Rego, okulumda öğrenciyken yaptığı bu resimle Under Milk Wood, 1954 Yaz Kompozisyonu ödülüne layık görülmüştü. Sergide yer alan, oğlu Nick Willing’in belgeselinde, hayatının en önemli anının, Slade’de onca yetenekli ressam varken ödülün kendisine verilmesi olduğunu söyleyecekti. Resimde, anavatanı Portekiz’in Lizbon kentine özgü bir evin mutfağını betimliyordu. Çocukluğunun büyük bir kısmını geçirdiği büyükannesinin evi, böyle kalabalık ve hareketli bir mutfağa sahipti. Rego bu mutfakta zaman geçirmeyi çok severdi. Bunları o zaman bilmiyordum. Çocukluk anılarının Rego üzerindeki etkisi, kendi deneyimimle örtüşüyordu oysa. Eve duyduğum özlem, benim de resimlerime konu olacak, hazır olda bekleyen bavulumun (elbise dolabımın üzerinden beni gözlerdi) resmi, bana da bir Yaz Kompozisyonu ödülü kazandıracaktı.

 

Süt Ormanı’nın Altında (detay)1954,
tuval üzerine yağlı boya,190.3 x 109.3 cm.
Ostrich Arts Ltd & Victoria Miro izniyle.

Paula Rego’nun işleri karşıma ikinci kez Londra’da, 1996 yılında Hayward Gallery’de açılan Spellbound sergisinde çıktı. Burada Rego, bir Walt Disney çizgi filmi olan Fantasia’ya dayalı 20 büyük tablo sergiliyordu. Fantasia’da dans eden deve kuşlarının geçtiği bir sahne olmalı. Bu resimlerde deve kuşlarının yerini dev kadınlar almıştı. Kadınlar gerçekten çirkindi. İnsan onlardan yana bakmak istemiyordu. Dansçı olmak için fazlasıyla kabaydılar. Yüzey de çok kalabalık; pastel boyayla çizgi çizgi doldurulmuş kollar ve bacaklar kara kara tütülerden fışkırıyordu. Bize güzele bakmak öğütlenmişti. Bu da neyin nesiydi şimdi? Kadınlığımdan utandım, bunaldım, çok duramadım bu resimlerin önünde. Söyleyebileceğim tek şey, çok, ama çok güçlü oldukları. Ben geride, resimler çok ilerimdeydiler.

Disney’in ‘Fantasia’sından Dans Eden Devekuşları, 1995
alüminyuma sıvanmış kâğıt üzerine pastel boya, diptik, 160 x 120 cm. National Gallery izniyle.

 

Ve Paula Rego benim için orada kaldı. Yıllar geçti. Ben mezun oldum, Türkiye’ye döndüm. Yattım kalktım, resim yaptım. Sergiler açtım. Türkiye de açıldıkça açıldı bu arada. Yine arada tüyler ürperten olaylar yaşanmıyor değildi, ama bunlar her yerde olan türde şeylerdi. Derken bir gün Türkiye kapanmaya başladı. Başta fark etmedik. Açılıyoruz sandık. Kadın hakları başta olmak üzere, insan hakları ihlalleri ve muhafazakarlık arttı. Avrupa Birliği’ne katılım müzakereleri dondu. Ülke politikaları günden güne yön değiştirirken halk ikiye bölündü. İstanbul’un Avrupa’ya bakan yüzü ayazda kaldı. Titremeye başladı. Tarihi hesaplaşma dendi, sonu hayır olsun dendi, ancak hükumet fikren uyuşmadığı kesimler üzerindeki baskısını orantısız artırmaya devam etti. Bu iklimde soluk almak, salim kafayla ve insanca düşünmek, eşitlik aramak ve denge bulmak zorlaştı.

Bunları neden anlatıyorum? Hikâyenin burasında Portekiz’e kaçtım da ondan! Resim yapmak için sığındığım dünyanın bu huzurlu köşesi, büyükannesinin mutfağını çok seven Paula Rego’nun, resim yapmak için arkasına dönmeden kaçtığı yerin aynısı değil mi? Ben iki yaşındaydım, Paula Rego tası tarağı toplayıp Büyük Britanya’ya taşındığında. Bu nasıl bir döngü? 

Geldiğim yer (bu yüzölçümünde artık ondan kaçış olamazdı), Paula Rego’nun anavatanıydı (gerçi o hep atölyesinin yereli olduğunu söyleyecekti). Üzerinden bir yüzyıl geçmedi, António de Oliveira Salazar önderliğinde geçen 40-50 yıl boyunca, Portekiz büyük fakirlik gördü, sayısız insan hakkı ihlallerine mahal oldu ve en son, kolonilerin özgürlük taleplerinden doğan çatışmalarda (hükümetin düşmesine neden oluşturacak boyutta) ciddi savaş kayıpları verdi. Her yerde olduğu gibi, birileri bu otoriter rejimden faydalandı, zenginliklerine zenginlik kattı. Sağın yükselmesi ile beraber kilisenin gücü ve baskısı arttı. Kadın-erkek zaten eşit değildi; kadınlar oy veremez ve bir banka hesabına sahip olamazlardı. Faşizm altında, erkeğin kadına, kadının kadına ve annenin kız çocuğuna uyguladığı baskı modelleri çoğaldı, her yerde sansür vardı ve davranış kısıtlamaları arttı.

Paula Rego, işte 1935 yılında böylesi bir Portekiz’de dünyaya gelmiş, rejimin özellikle kadınlar üzerindeki etkilerini birebir yaşamış ve gözlemlemiştir. Ancak on altı yaşından sonra, babasının büyük desteğiyle, kendi tabiriyle hapis hayatından kurtulur ve özgür Londra’da resim eğitimi almaya başlar. Çok sonraları, resminden hatırı sayılır bir gelir elde edene kadar, resim öğretmenliği yaparak ve araştırma bursları alarak çalışmalarını sürdürebilecektir.

Yine de hayat boyu köklerinden kopmuyor Paula Rego. Daima Portekiz’in sosyo-politik ikliminin, kilisenin ve büyükannesinin öğütlerinin tesiri altında yaşıyor. Portekiz’de olup bitenleri resimlerinde bir altyapı olarak kullanıyor ve bu yapıya kişisel deneyimlerinin şiddetini de ekleyerek, çoğunlukla aile-içi veya sevgililer arasında geçen dramlar kurguluyor.

Bu dramlarda, kısmen çocukluğunda büyükannesinden dinlediği masallardan aklında yer eden, ama daha ziyade, sonradan Gulbenkian bursuyla yürüttüğü araştırmalar sonucunda eriştiği, Portekiz kültürüne ait geleneksel halk öykülerinin grotesk karakterlerine yer veriyor veya atıfta bulunuyor. Etkilendiği kaynaklar Portekiz kültürüyle sınırlı değil. Araştırma alanı, İspanyol, İtalyan ve Fransız yazarların kısa hikâyeleri, fabllar, Hristiyanlık tarihi içinde yer alan öyküler, klasik sayılabilecek ve özellikle kız çocuklarına yönelik öğütler içeren, bildik pek çok masalı içine alıyor; Kırmızı Başlıklı Kız ve Mavi Sakal gibi.

Bunlardan hareketle, resimlerine taslak oluşturmaları için, en ince detayına kadar düşündüğü kostümlü sahneler (tableaux vivants) tasarlıyor. Kahramanların yerini tutacak irili ufaklı bebekler ve birbirinden farklı hayvan karakterleri dikiyor. Canlı karakterler için modellerini, aile içinden veya yine Londra’da yaşayan Portekizliler arasından seçiyor. Hikâye Portekiz’de geçmese de, Rego resminde fona bir sahil kenti yerleştiriyor. Burası çoğu zaman, ailece yaşadıkları Ericeira veya II. Dünya Savaşı sırasında, Avrupa’dan Amerika’ya göç eden mültecilerin ve casusların uğrak yeri olan Estoril’dir.

1960’lardan bu yana resimlerinin gelişimine bakacak olursak, Paula Rego’nun başlarda, Slade’deki geleneğin aksine (tek tük istisnalar hariç) özellikle yağlı boya ve gerçekçi üsluptan uzak durduğunu görürüz. Kâğıt veya tuval üzerine kolaj ve akrilik çalışıyor. Gördüğü Jung’cu psikoterapi (Rego manik depresifti), Miro, ve yeni keşfettiği Dubuffet’nin etkisiyle, çocuksu bir tavırla boyadığı figür parçalarını rastgele kesip yapıştırdığı ilk çalışmalarının hemen hepsi Salazar rejimini eleştirir. Figürlerin güçlükle seçildiği bu resimlerde bize isimleri yol gösteriyor: Vomiting the Homeland (Salazar Anavatanı Kusuyor), 1960, The Exile (Sürgün), 1963 The Imposter (Hilekâr), 1964, When We Had a House in the Country We’d Throw Marvellous Parties and Then We’d Go Out and Shoot Black People (Taşradaki evimizde müthiş davetler verir, sonra çıkıp siyahileri vururduk), 1961. Sonuncusu, Salazar’ın Portekiz kolonileri Mozambik ve Angola’da özgürlükçü yerlilere karşı açtığı savaşları eleştiriyor. Sergide ayrıca, imparatorluğun, 16. yüzyılda sınırlarını genişletme sevdası içindeyken büyük bozguna uğradığı ve genç kralın ortadan kaybolduğu El-Kasr/El-Kebir Savaşını anlatan, yine savaş karşıtı sayılabilecek, işli bir duvar örtüsü yer alıyor. Rego’nun, Portekiz tarih ve kültürüyle yüzleştiği bu ilk yıllarında, sürrealizm (otomatizm), dışavurumculuk ve Art Brut gibi akımların izini sürdüğü veya bunlardan faydalandığı söylenebilir.

1980’lerden itibarense, halk öyküleri, masallar, roman ve piyeslerden ilham alan resimlerini belli bir netlik içerisinde kurgulamak için daha gelenekçi, kontrollü bir çizgi ve figür anlayışına yöneldiğini görürüz. Psikoseksüel yaramazlıklar, dramlar, cinsiyetçi güç oyunları ve bağımlılık ilişkileri ön plana çıkacaktır. Her türden hiyerarşik ilişkiyi tersine çevirmek ister. Onun dünyasında erkekler sarhoş, tembel ve korkak, kadınların kucağında yatan, korunmaya muhtaç varlıklardır (Rego çocukluğunda sık sık, kendi gibi depresif olan babasını teselli etmek için çaba sarf etmişti). Kadınlar ise, itaatkâr oldukları kadar cani de olabilir ve böylece hayatta kalırlar. 

Bu kurgularında Rego’ya en büyük ilhamı veren, Slade’de tanışıp aşık olduğu, okulun gözde ressamı Victor Willing’dir (1928-1988). Karizmatik Willing, Rego ile ilişkisine, ilk evliliği devam ederken başladığı gibi, Rego ile evlendikten sonra da evlilik dışı ilişkiler yaşamaya devam edecek, bunlar dönüp dolaşıp Rego’nun kompozisyonlarında yer bulacaktır. Ne var ki, 1966’da Paula Rego’nun babasının vefatı ve Willing’e MS (Multipl Skleroz) teşhisi konmasıyla hayatları değişecek, zamanla Portekiz’deki tüm varlıklarını kaybederek Londra’ya taşınacaklardır. 80’lerde resme geri dönen Willing, kısa zamanda onu doruğa taşıyan resimler üretmeyi başarır ve Whitechapel Gallery’de müthiş bir sergi açar. Ne var ki artık tekerlekli sandalyededir. Bundan sonra durumu hızla kötüleşecek ve sonunda yatağa bağlanacaktır. Rego, kocasının bakımını üstlendiği zorlu süreçte, hastalandığı için ona içerlemek, kızmak gibi insani duygularla boğuşmak bir yana, dönem dönem kendi de evlilik dışı ilişkilere başvuracak kadar büyük ikilemler, çaresizlikler yaşayacaktır. Ancak Willing’in 1988’de ölümünden sonra (60 yaşında idi), başından geçenlerle yine resim yoluyla hesaplaşabilecektir. Rego artık, sıkıca analiz ettiği içsel durum ve süreçleri yeniden canlandırmalarla aktaran, iç çatışmalarının karmaşasını dışa vurmayı bilen bir ressamdır. Roman yazarı gibidir. İzleyeni, karakterlerinin duygu dünyasına çeker ve iyi-kötü ayırımı yapmadan, onlarla empati kurmaya çağırır. Kendisini küçük bir kız, kocasını bir köpek veya tilki olarak resmettiği tablolar, Londra’da büyük ilgi görür ve büyük ressamların galerisi olan Marlborough onun ayağına gelir. Rego bundan sonrasında maddi sıkıntı çekmeyecektir.

Alistair Hicks küratörlüğünde, İstanbul, Pera Müzesi’nde post-mortem açılan sergisi, Paula Rego’nun hayat öyküsünü, çok güçlü bir eser seçkisi ile sunuyor. Onunla tanışmayanlar, bu sergi ile mükemmel bir giriş yapabilir. Kronolojik bakarsak, karşımıza çıkan ilk resimlerde Rego, perspektifi ortadan kaldırmıştır. Resimler, çizgi roman karelerini andırır. Olayların bir başı ya da sonu yoktur. Zamansızlardır. Bunlardan, sergide yer alan Red Monkey Beats His Wife (Kızıl Maymun Karısını Dövüyor), 1981, Wife Cuts off Red Monkey’s Tail (Karısı Kızıl Maymunun Kuyruğunu Kesiyor), 1981 gibi faşizm temelli kötülüklerin izini sürerken, Willing ve Rego’nun evlilik dışı ilişkilerinin, ikisi üzerindeki etkilerini anlatır. Pregnant Rabbit Telling Her Parents (Hamile Tavşan Ebeveynlerine Söylüyor), 1981, otoriter rejimin dikte ettiği aile idealinde yeri olmayan, evlilik dışı bir hamileliğin doğurduğu utancı anlatıyor (Rego ilk çocuklarına hamile kaldığında, Willing henüz ilk karısı ile beraberdi). 

Aida, 1983 ve Falstaff, 1983 adlarından da anlaşılacağı gibi, Giuseppe Verdi’nin operalarından ilham alan kurgulardır. Opera sevgisini Rego’ya babası aşılamıştır. Bu büyük kâğıt işleri, Rego yere sererek çalışmış, yukarıdan aşağı, çekilmesi planlanan bir filme storyboard hazırlarcasına, sıralı ilerlemiştir. Vivian Girls in Tunisia (Vivian Kızları Tunus’ta), 1984, Henry Darger’ın hayal ürününe dayanır; ancak resimlenen sahne, Darger’ın hikâyesinde yoktur. Rego’nun tablosu, kadın karakterleri nesiller arası bir anlaşmazlık içinde gösterir ve kızlarını “yiyen” anneleri anlatır. 1980’lerin ortasında giderek büyüyen, çok renkli ve gerçeklikten uzak tablolar, kocasının yaklaşan ölümüyle, yerlerini tekinsiz bir ıssızlığa bırakır. Untitled (İsimsiz),1987 ve Snare (Tuzak), 1987.

Rego’nun 90’larda başına geçeceği Dog Woman (Köpek Kadın) serisine ısınma gibidir. Willing’e veda etmeye hazırlanan Rego, kocasını elinden alan hastalıkla ve kendi çaresizliğiyle yüzleşmektedir. 

1994 yılında fırçadan vazgeçip pastel boyaya geçmeden önce yaptığı iki resim daha var sergide. Bunlardan biri Wide Sargasso Sea (Geniş Sargasso Denizi), 1991,diğeri ise The Artist in Her Studio (Sanatçı, Atölyesinde), 1993. İki resim birbirinin tezatı gibidir. Adını, Jean Rhys’in aynı adlı romanından alan birinci tablo, Charlotte Brontë’nin Jane Eyre romanının kahramanlarından Bertha Antoinetta Mason’un (Edward Fairfax Rochester’ın çatı katında tuttuğu eşi) İngiltere’ye gelmeden ve Thornfield Hall’a hapsedilmeden önceki hayatına, Jamaika’da başlayan hikâyesine gönderme yapar. Resim, Bertha’nın Thornfield Hall’da yaşayacağı aşırı yalnızlık ve ev hapsiyle ilgisiz görünen, büyükçe bir evin verandasına dağılmış, rehavet halinde bir topluluğu tasvir eder. Ev, Rego’ların Ericeira’da ailecek yaşadıkları evi andırmakta, yalnız kostümler, romanı çağrıştırmaktadır. Roman, kadın kahramanın delirmesine yol açan sıkışmışlığının, çaresizliğinin romanı olduğuna göre, Rego resmiyle, üst sınıf aile hayatının boğucu işlevsizliğinden veya kendi ufkunda hapsolmuş bir Portekiz’den yakınıyor olabilir. Öte yandan ikinci resim, Rego’nun National Gallery’deki sanatçı misafir programını tamamladıktan sonra ortaya koyduğu en yetkin tablolardan biridir ve burada ressamı (Lila Nunes’i model olarak kullanmıştır), kendi evreninin merkezinde, bağımsız ve eril bir pozda görürüz. Her yerinden özgüven fışkıran bu tabloyla birlikte, sergide yer alan 1987-1999 tarihli tüm eskiz, desen, baskı ve mürekkep işler, Paula Rego’nun olgunluk dönemine girdiğinin göstergesidir. Artık eli büsbütün kuvvetlenmiş, öykülerini aktarmak için ihtiyaç duyduğu net çizgi ve figürasyona ulaşmıştır.

Rego, pastel boyaları eline aldığı andan itibaren (kâğıtlarını da alüminyum plaklara yapıştırarak, darbeye dayanıklı hale getirmişti), tüm birikimini, dert ve öfkesini, yüzeye geçirebilir hale gelmişti. Artık haksızlığın hesabını soruyor, kadınca konuşuyor, kadın haklarını savunuyordu. Untitled No. 4 (İsimsiz No.4) 1998, Portekiz’de kürtaj hakkına serbesti getirecek yasanın referandumda reddedilmesi üzerine (toplam oy veren sayısı çok düşüktü), tepki olarak başına geçtiği 10 resimlik Abortion (Kürtaj) serisine aittir. Tüm dünyada olduğu gibi, Portekiz’de de okul çağında kız çocukları, yasal yollarla kürtaj hakkına erişemediklerinde, yasal olmayan yollara başvurmak zorunda kalıyorlar, moral çöküntüsünün yanı sıra hayati tehlike atlatıyorlardı. Portekiz, Mário Soares ve Sosyalist Parti sayesinde gerçek demokrasiye kavuşmasına kavuşmuştu ama, kadına kürtaj hakkı veren yasanın kabul edilmesi için 2007 yılını beklemek gerekecekti. Paula Rego, kolay yayılmalarını sağlamak için pastel işlerini gravüre aktarmıştı. Orijinallerde olduğu gibi, okul üniformalı modelleri kürtajın ya hemen öncesinde ya da hemen sonrasında gösteren bu cesur çizgiler, ikinci referandum öncesinde Portekiz dergi ve gazetelerince halka servis edilmişti. Genel kanıya göre, halkı bilinçlendirmede ve kanaatin dönmesinde belirleyici olmuşlardır. Öte yandan Türkiye’de, 1983 No.’lu Nüfus Planlaması Yasası’na göre, kadına hamileliğin 10. haftasına kadar, isteğe bağlı kürtaj hakkı verilmiştir. Ancak ne yazık ki, muhafazakarlaşan ortam sağlık sisteminde de kendini gösteriyor. Kanunen bir dayanağı olmadığı halde, devlet hastanelerinde ücretsiz olan kürtaj uygulaması yavaş yavaş kalktı ve yasal olmayan uygulamalar tekrar gündeme geldi. Dolayısıyla tam da bu zamanda, Paula Rego’nun cesaret ve önderliğini aklımızda tutmamız çok önemli. Çıtayı bunca yükselttiği yetmezmiş gibi, Rego’nun bir de kadın sünnetini kınayan dehşetengiz gravür serisi var. 

Sözü daha fazla uzatmadan, sergide bulunmayan Dancing Ostriches (Danseden Devekuşları), 1995 serisine dönüp tekrar bakmanın zamanı geldi. Hayır, resimleri hiç de utanç verici bulmuyorum. 26 sene sonra bugün, bana çirkin de gelmiyor aynı kadınlar. Sadece tanıdık geliyorlar. Saçmaladıkları mutlak, ama onlar zaten bir parodinin aktörleri. Bu bakımdan gerçekçi ve kabullenmekle ilgili olduklarını düşünüyorum. Kadınlar (neredeyse tek bir kadının, tümüne modellik ettiğini bilsem de) ısrarla, hatta inatla, rollerini oynamayı sürdürüyor. Bu bir prova değil, ama bu müthiş performansı sahnede izlemek de neredeyse imkânsız. Rego’nun pasteliyle birleştiğinde, gerçekten sadece resimde var olabilecek karelerle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Ve tabii bir de sokakta, evde, işyerlerinde… Bu kadınlar her yerde.

Dans Eden Devekuşları, 1995, Alüminyuma sıvanmış kâğıt üzerine pastel boya, her biri, 150 x 150 cm. Ostrich Arts Ltd & Victoria Miro izniyle.
 
 

Leylâ Gediz
 

Akışkan Rego

Akışkan Rego

Her ne kadar Rego, geç de olsa, çağının öncü feministlerinden biri olarak kabul edilmişse de, cinsel akışkanlığı ele alışıyla ilgili çok az şey yazılmıştır. Hatta çizim ve resimlerindeki sado-mazoşist akım, partiarka ile sömürülen kadın arasındaki klasik çatışmanın bir okuması olarak anlaşılmıştır. Türkiye ve Almanya’daki ilk müze sergileri, Rego’nun toplumsal cinsiyet ve kimlik hakkında sanıldığının çok ötesinde akışkan bir anlayışa sahip olduğunu gösteriyor.  

Sonsuz Paris (1959-1965)

Sonsuz Paris (1959-1965)

1960’lı yıllarda, Alberto Giacometti yaşadığı kente, Paris’e, sokaklarını, kafelerini, atölyesini ya da karısı Annette’in dairesi gibi daha özel yerleri çizerek saygısını sunmuştur, bu çizimler onun en son kitabını oluşturacaktır: Paris sans fin (Sonsuz Paris). 

Tanışmadık Ama O Bizi Biliyor: “Büyük Veri”

Tanışmadık Ama O Bizi Biliyor: “Büyük Veri”

Pera Müzesi Blog, N’olmuş? işbirliğiyle hazırlanan yazı dizisi devam ediyor. Kendilerini; “Bilindik N’olmuş? sorusunu her gün yeniden soruyor, karşımıza çıkan sayısız beklenmedik cevabı sizlerle paylaşıyoruz.